30 Kasım 2010 Salı

Göze Batmayın. Rahat Giyinin, Rahat Edin, Rahat Ettirin. ;)

Dışarı çıkarken öyle koca koca kol çantaları falan taşımak adetim değil. aslında onlardan çokça var. hangi ruh haliyle almışım diye bugün iç geçiriyorken buldum kendimi.

ben daha çok böyle elde tutulacak, cüzdandan bozma spor çantaları yeğliyorum. çok cepli bi spor yelek, eşofman, pantolon, mont falan giymişsem zaten, ceplerine cüzdan bile atmayı uygun bulmam. nüfus cüzdanımı, gerekiyorsa kredi kartımın sadece birini, bozuk ve kağıt parayı, ev anahtarı, hava soğuksa dudak nemlendiricimi alıp yola çıkarım. uzak yolculuğa değil, her nereye gidilecekse.. şehir içinde bi yere işte. ister üç adımlık, ister 10 km lik yola. valla benim için hiç farketmez. bu yüzden şoför bile hiç çekinmeden yanımda burnunu karıştırabilir. evinden biri gelmiş, yanında oturuyo gibi rahat hisseder ben yanındayken kendini.

içine en azından bi mp3 player sığabilecek bi çantacık varsa elimde eğer o günüm harika geçer. müziğin ritmine bırakırım kendimi, çevreden soyutlanırım. istediğim şarkıyı bulurum, kendimden geçerim. hayaller kurarım. içlenirim, darılırım, barışırım.

makyajdan pek hoşlaşmam. en fazla süreceğim şeyi yazayım sana: rimel, bazen renkli göz kalemi. ömrü hayatımda fondöten, pudra kullanmadım yüzüme. göz altı kapatıcısı falan tercihim olmadı. allıkları sevmem. parlak rujlardan haz etmem. renkli lenslere gıcığım. gözlerimde 2,5 kadar miyop var. bu yüzden şeffaf numaralı lens kullanıyorum o da zaruretten. 

bazen yanımda minik cep defteri ile dolaşıyorum. aklıma bişey gelince ya da enteresan bi olayla karşılaşırsam not edeyim diye. yanımda o an kim varsa her defasında bana korkunç bi varlıkmışım gibi baktıklarını gördükten sonra ses kayıt cihazı almaya karar verdim. o zaman da umumi tuvaletlere falan giderim, tıkarım kendimi o göt kadar yerlere, mır mır sesimi kaydederim. korkunç olmanın da ötesinde deli zannerler beni diye endişe edip hiç korkmuyorum. deliyim lan, delirttiniz lannnn adamııııı!! kimse bişiy diyemez hem bana o zaman. aklıma gelen herşeyi söyleyebilirim artık. "o makyajla götüme benzemişsin. haha hayyy!!" "dibin gelmiş." "yaptığın esprilere bunca zaman hep nezaketten güldüm, baydın ulannn!"

sıcak yaz günlerinde için yanıyo böyle, su içmek istiyosun. o pet şişedeki su ilk içimde bitmezse elinde taşımak nasıl zor geliyo insana inanamazsın. ama insan olana.. :P ben çanta taşımaya üşenirken, elimde pet şişeyle dolaşan bi avareye dönüşebiliyorum bi anda. düşünsene o şeyle mağazanın birine girip bakındığını. alarmlar daha içeri girerken ötmeye başlıyo. kıyafet durumu çevrimdışı! içeri almıyolar seni.  sen fiyat soruyosun kız dönüp gidiyo, ya da burhan altıntop'unki gibi tırrtt! yapıyo ağzıyla.sen artık gün boyu su içmeye korkuyosun. kaldırımlarda sek sek sekerken "boynu bükükleerrr" diye içli içli anırıyosun. hayır, susuzluktan için yanmış, sesin daha farklı çıkamaz ki..

yeni kıyafetler giyince ya da eşofmanların dışında bişeyler giyinmişsem kendimi ezik hissediyorum ben. olmaması gereken bi halde beni basmışlar gibi, böyle çıplak kalmışım da karşımda işaret parmaklarıyla beni gösterip gülüyolar gibi. sanki ben o değilim ve bunu herkes anlıyo gibi. ne kadar relax giyinmişsem o kadar relax oluyorum. "caddeler benim, geceler benim, arayan soran yok rahat yaşıyorum. inan artık seni hiçççç..."

ben göze batmadan, dikkat çekmeden bi bankta oturup gelip geçen insanları izlemeyi seviyorum. sokağın bi parçası gibi. belki bu yüzden insanlar sanki beni yıllardır tanıyor gibi hissederler çoğunlukla. konuşmadan saatlerce beraber oturabilirim onlarla. varlığımız birbirimizi hiç rahatsız etmez. sessizliğimizle anlaşır gideriz. bazen yanımda kocasıyla kavga ederler şöyle bol küfürlü, bazen aynayı alıp kaşını yolar tek tek, bazen gözleri dolar. bazen ben sümüğümü çekerek ağlarım, yanımdaki mendil uzatır. 

göze batmayın. rahat giyinin, rahat edin, rahat ettirin. ;) hem ne demiş düşünürün biri (!); parayla imanın kimde olduğu belli olmaz. bu yüzden işte. :P







29 Kasım 2010 Pazartesi

Arada Maruzatımı Yine Anlatırım

Acayip acitasyon yapasım var. olmadık şeyler yazasım. içimi açasım, ona buna sataşasım. kodum mu oturtasım. Ama yapmıcam. 

banyonun tadilatı büyük ölçüde bitti gibi. iki adet kapı taktıracaktık, mutfağa açılan o duvara sadece kapı takmakla yetindik. burda tadilat, dekorasyon şleri fena pahalı ve bizim ev sahibinin de sağolsun elini cebine atası hiç gelmiyo. türkiye'de eve yapılan her türlü tadilatı anlaşmalı olarak her ay belli miktarda kiradan kesersin, bu hakkın var fakat bu amca "şu an durumum yok" diye olayın içinden bi sıyrıldı ki tepemin tası fena atıyo. 

bahçedeki banyoyu bi sahanlıkla biz mutfağa bağladık senin analayacağın. başka türlü bu eve banyo, wc kondurman mümkün değil. yer yok. olan banyoyu yeniden mi inşa edelim hem? wc olayı için de banyo taa sokağa kadar delindi, kanalizasyon borusu falan çekildi. sifon için falan borular döşendi. duş başlığı farklı bi noktaya alındı. hayır, eski duş başlığı kullanılmadı yenisi alındı çünkü eskisi paslanmıştı. ilkin geldim mecburiyetten duş almam gerekiyordu sıcak sudan resmen pas kokusu tadını alıyodu vücudum. taş toprak yığınını delerek banyoyaya ulaşıyodum. bahçeden girişte de bi tane alaturka tuvalet yaptırmışlar vakti zamanında. orada da çeşme yok. bahçede akan sebilden kova kova su taşıyarak kakamızı yapıyoduk. zaten 2 hafta boyunca inşaat işçileri bahçede, banyoda, mutfakta tadilatla uğrşaıp durdular. sinirden deliye döndüğüm oldu. "artık bitsin şu olay, evimde kimseyi görmek istemiyorummm!" diye isyan ettim bikaç kez.

geldik eve. çamaşır makinası almışlar fakat kurulumunu yaptırmamışlar. ne su borusu çekilmiş, ne de gider borusu. bi lavabo var koca mutfakta, bulaşık mı sığacak ellerim mi belli değil. mutfaktan banyo kısmına bi delik delmişler, o kısım tam perişanlık. Allahtan biz gelmeden, banyo ile mutfak arasını duvar örmüşler akşamları evin içinde yeller esmiyor. e bu evde örümceğin de, akrebin de olması gayet normal değil mi?

ev eşyalı kiralandı sözde. bizden önce evde 5 adet Ağrılı inşaat işçisi kalmış. o çekyatarın, halıların neden koktuğu ve o kadar pis olduğunu o zaman anladım. düşünsene 5 erkek.. arada bi temizlikçi kadın temizliğe geliyomuş falan.. biz taşınmadan 2 ay öncesinde ev sahibi evi bodrum kattan yükseltiyo, tadilat yaptırıyo eve. duvarlar, kapılar, yerler yenileniyo işte. mutfağa da hazır mutfak alınıp kuruluyo. o hazır mutfak gerçekten hazır. gidip beğenp alıyosu yani ölçü falan hiç mühim değil, getirip kendi ellerinle vidalayıp çiviliyosun al sana hazır mutfak. ve bu mutfağın tezgah kısmı da mobilyadan. su alıyo. üzerinde yemek yapamıyosun. domates doğrayamıyosun. su damlasa hemen kurulamalısın ki mobilya şişmesin. bunu bile yapmamışlar düşün sen. hala da bu şekilde mutfak. mutfakta yemek yapmak ya da bulaşık yıkamak tam bi işkence yani benim için. 

son Türkiye seyahatimde resmen o Japon pazarlarını talan ettim. daha geçen gün kargo ile geldi o şeyler. mutfak önlüğü bile bulamadım burda. gardrop için düzenleyici, banyodaki sahanlık için halı, giderleri kapatmak için o çiçekli şeylerden, askı, bembeyaz kireçle boyalı yatak odası için duvar çıkartması,2 adet çelik tencere, boy boy borcam, kepçe takımları, fotoğraf çerçevesi, yumurta yemek için o bardak gibi kaplardan, ev terliği, tül, güneşlik, sandalye için minderler ve kılıflar... ev biraz bişeye benzemeye başladı.

salon ve yatak odasında doğalgaz sobası var. mutfak devasa olduğundan ve ısıtması olmadığından buz gibi oluyo bazen. bi yemek yapıyorum her taraf buhar oluyo. kapı ve pencere camlarından buhar damlacıkları akıyo. banyo desen buzhane bazen klozete oturaya çekiniyorum. bir, akrep böcek falan gelip götümü ısırır mı korusundan, iki ıyyy şimdi klozet buz gibidir ağzını öpeyim gerçeğinden. hep buz gibi. oturunca içim ürperiyo her dafasında. doğalgazla ısınan bi kazan var banyoda. kocaman bişey. o hep kısıkta yanıyo. mutfağa da sıcak su gelmiş oluyo böylelikle. duş alırken banyo o kadar buhar oluyo ki, 1 metreden sonrasını görmem mümkün olmuyo. su kaynar, banyo buz gibi. 2. dakkadan sonra ısındığını hisediyosun. banyonun tek güzelliği bu. yalnız klozet ve banyo aynı yerde olduğundan, duş aldığında tüm banyo ıslanıyo, haydi başlıyorum duşum bitince banyoyu yıkamaya, çekçeklemeye. kendimi teselli ediyorum sonra, iyi işte banyo temizlenmiş oluyo sık sık diye. :P 

mutfaktaki aygaz 3 gözlü. şu eski tip ocaklardan işte. beyaz. ortadaki en küçük göz çalışmıyo. büyük ve orta göz kullanılabiliyo. başka bişey pişrimek istesen sıraya koyman gerekiyo. bazen soğuktan çorbanın ılıdığını görüyorum, tekrar ısıtıyorum çünkü ben çorbayı ılık bile içemem. eve set üstü alacaklarını söyledi ev sahibi hala alıyolar. pasta, börek, çörek yapacak bi fırınım da yok henüz benim. bazen canım poğaça istiyo, ya da milföy hamuruyla bi börek falan yapamıyorum. zaten pazarda satılan sebze meyveler de hep aynı. türkiye kadar çeşitliliği bulman imkansız. 

buzdolabı desen yüzyıllık. tek gözlü arçelik marka buzdolaplarından. deli gibi soğutuyo. zaten mutfak soğuk oluyo, bazen muzun içini donmuş olarak buluyorum. bi süre sıcak odada tabakta bekletip öyle yiyorum. yemekler 4 gün mutfak masasında bozulmadan kalabilir rahatlıkla. 

kapı kilitleri çelik değil, salonunki hemen kırıldı. allahtan burda hırsızlık gasp olayları yok. Türkiye'de böyle bi kapı ile geceleri gözlerimi kapayamazdım. akşamları hava deli gibi kirli olmaya başladı. doğalgaz zengini bi ülkede bu hava kirliğinin sebebini ben bulamadım. ya bizim sokaktakiler bizim gibi fakir, hatta onlar daha doğalgaz hattı bile çektiremediler evlerine ve evde kömür tezek falan yakıyolar. ya da bilmiyorum. 

sanki evi temizle temizle işe yaramıyo. hala bi taraflar pis gibi hissediyorum. utanmasam hergün çamaşır makinasını açacağım. bazen tv izlerken ya da laptopun başındayken şak diye elektrikler kesilio. yarım saat kadar sonra geliyo. bazen hergün tekrarlanıyo bu olay. akım dengeleyici bi alet var televizyonun yanında, çünkü bazen alçalıyo, yükseliyo. elektrikli aletlere zarar vermesin diye almışlar. mantıklı tabii. 

ev sahibi kışın burası çok soğuk olacağından dolayı banyoya böyle minik memeleri olan doğalgazla çalışan bi ısıtma sistemi yapacağını söyledi. yerden yapılacak bişey. ben şahsen taraftar değilim, ayağımız takılır dedim, bi de ıslanır o, bence yapmayın. adam illa yapacak, üşürsünüz kışın falan. 

Tüm yazdıklarımın üzerine ben bi wc yapayım. arada sana maruzatımı yine anlatırım. pufff! :(






28 Kasım 2010 Pazar

Tiki Kızları 100 Metreden Tanırım - 1

O kızlar genelde uçuk pembeyi severler. ya da her türlü pembeyi. pembe yemeklerden, şekerlerden, meyvelerden hoşlanırlar. onların kakalarını dahi pembe yaptığına dair bi inanış vardır. olabilir. koca koca kurdelalı taçlar, bandanalar takarlar. saçları genellikle sarıdır, altın sarısı. Paris Hilton sarısı diyeyim de anlayın. köpecikleri, pisicikleri çokça severler. kucaklarında taşırlar cafe cafe. alışverişte köpeğin püsküllü janjanlı yularını asla bırakmazlar. zira köpek onların sahte mutlu günlerinin, gecesindeki tek gerçek dostudur. onlara bakıp bakıp hatta sarılıp sarılıp teselli olurlar, ağlarlar.

rengarenk giyinirler. böyle allı pullu falan. renki taşlı taytlar, çeşit çeşit babetler onların vazgeçilmezleridir. nerde moda dergisi var toplarlar, sevgiliyi cafede beklerken pipetiyle köpeğine meyve suyu içerir, bi yandan da bu dergileri karıştırılar. genelde okumayı sevmezler. biliyos, geliyos diye konuşurlar. herşeyi yumuşatmayı severler çünkü. pek sinirlendikleri görülmemiştir. çilekli dudak parlatıcısı ile ota boka gülümserler. yanakları tıpkı benim gibi krema yanaktır, kocaman bi pembe. makyajda pastel renklerden hoşlanırlar. evin içinde tavşanlı, kedili şimdi Koton'un da yaptığı gibi ev kıyafetleri, eşofmanları ile oturur kalkarlar. ayaklarında mutlaka patileri vardır, tüylü ayıcıkları falan. genelde solaryumdan yeni çıkmış gibi bi halleri olur onların. pazar günü evden çıkmadıkları pek görülmese de, çıkmadıklarında dahi rimel ve dudak parlatıcıları hep suratlarında mevcuttur. evde kız arkadaşlarla film izleme seansları yaparlar. genelde romantik komediden hoşlanırlar. birbirlerinin arkasından çokça dedikodu yapar, birbirlerinin erkek arkadaşlarına kancayı takmaya bakarlar. film bitince mutlaka sevgililerinin donuna kadar anlatırlar.

asla sırt çantasıyla falan göremezsiniz onları. genellikle minik el çantaları ile dolaşmayı tercih ederler. onların içinde yaşamsal destek üniteleri vardır; ruj, parfüm, günlük ped, rimel, ayna, i-phone. twitter kullanırlar. mutlaka yüksek çözünürlüklü bi cep telefonları vardır ve tepeden kendi çektiği bi fotosunu facebookta profil resmi yapar. duvar fotolarında en yakın arkadaşıyla çekilmiş surat surata bi foto da görmek kuvvetle muhtemeldir. ilişkileri çok kısa sürer. iki cümleyi bir araya getirmek onları aşıp geçtiğinden, üyesi olduğu gruplardan şair, filozof bilmem ne bozmalarının sözlerini paylaşır. yasını iki gün tutar. üçüncü gün yine aşık olur.

deli bi para yiyicidir. markalardan hoşlanır. çakmanın da en kailtelisini alır kullanır. imaj herşeydir, hayat hiçbişey. genellikle takı tasarım, moda, dekorasyon işleri ile uğraşmayı yeğler. tek takdir ettiğim nokta budur çünkü bu işlerde başarılı olur.

Not: bu yazı "tiki kızları yüz metreden tanırım" serisinin sadece başıdır. şimdi umutsuz ev hanımı tribine acilen dönmeli ve kendimi toparlamalıyım. Sevilmeye ihtiyacım var.


Nazar etme n'olur, yaz senin de olur.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Yalan olan aşk değil, ilişkidir... Bazen!

Adam üzerindeki paltoyu bile çıkarmadan yatağın başucunda oturur sabaha kadar ve uyuyan kadına bakar.
Onun kıvırcık kumral saçlarıyla örtülü yüzündeki masumiyete...
Ama bu uykunun masumiyetidir, ikna etmez adamı!
Sonunda uyandırır kadını ve "mutluyduk" der; "fakat bundan sonra mutlu olamayacağız."
Kadın uyku sersemliği içinde "ama ben mutluyum" demeyi becerir.
Anlaşamadıkları nedir?
Adam aslında "sevinç"ten, neşeden, coşkudan söz etmektedir. Her ilişkiyi başlangıçta aşk kılan ve zamanla sararıp solan sevinçten...

***


Yola çıkarlar.
Ayrılık yoluna...
Adam, kadını şehirden uzakta oturan halasının evine bırakacaktır.
Yol boyunca ağaçlar, kırlar, dağlar hızla akıp geçmektedir.
İkisi de bir an bile o güzel manzaraya gözlerini çevirip bakmaz.
Akılları başka bir yerdedir, ruhları buz kesmiştir.
Adam bir ara "bana son bir kez yalan söyle!" der kadına, hiç öfkelenmeden!
Öyledir! Aralarındaki mesafe açıldıkça kadınlar erkeklerin, erkekler kadınların yalan söylemeye başladıklarından kuşkulanır.
Oysa yavaş yavaş ilişki yalan olmaktadır!

***


Adam ve kadın loş bir salonda birbirlerinden uzakta oturmuş aralarından birinin son sözü söylemesini beklemektedir.
Oysa adam birden "halan nerede?" diye sormayı tercih eder. Kadın tuhaf bir ferahlamayla hemen cevaplar: "Komşudadır, gelir şimdi!"
Derken...
Aralarındaki buz gibi havaya rağmen birbirlerini hâlâ sevdiklerini kabullenirler.
Ve kadının halası gelmeden evden çıkıp tekrar yola atarlar kendilerini.
Şehre dönüş için mi?..
Hayır! Aşklarını tazelemek için bir tatil kasabasına doğru...
Öpüşüp koklaşarak ve yol boyunca ellerini hiç ayırmadan...

***


Bir otele girerler.
Denize bakan bir oda ister adam.
Oda servisinden yiyecek, içecek ister. "Aç mısın, ne yemek istersin?" diye sorduğunda kadının "sen ne istersen" cevabı vermesinin belirsiz karanlığına dikkat etmez adam.
Kadın yemek gelinceye kadar kıyıda dolaşmaya çıkar. Fırtına çıkmıştır. Dalgalar insan boyunu aşmaktadır.
Sonra...
Tam burada bir boşluk bırakabilirim ve o boşluğu siz doldurabilirsiniz.
"Kadın kıyıya vuran dalgalara kapılıp boğulur"
diye veya "Kadın arkasında hiçbir iz bırakmadan kaybolur" şeklinde...

***


Meraklanmayın! Özel bir şey yok!
Geçen gece izlediğim tipik bir Fransız filmi bu!
Anlamaktan hep kaçtığımız bir gerçeği sarsıcı biçimde anlatan bir film!
Çünkü aşk başkadır, aşk ilişkisi başka!
Bir bakarsınız, ilişki bitmiş aşk kalmış! Çoğu zaman da bakarsınız, aşk gitmiş, ilişki kalmış!
Ama ille de ikisini bir arada tutacağım diye ısrar etmek...
İşte o çok umutsuz, umarsız bir iştir! 

Haşmet Babaoğlu 



25 Kasım 2010 Perşembe

Devasa Sivilce Bi Gün Bi Patladı!


Lisedeyken ne çok sivilcem vardı, lanet şeyler! alnımda ama en çok da yanakla boynumun o arasındaki, kemiğin üzerinde.. kulağa doğru. çene kemiği heh işte. böyle iltihaplı iltihaplı. kocaman kocaman. iğrençlerdi. cildim de acayip yağlıydı.

Üniversiteye hazırlandığım sene sol gözüme yakın bi yerde bi sivilce yeşeriverdi. sonra gitgide büyümeye sulanmaya başladı. günden güne büyüyo, nerdeyse gözüme sıçrayacaktı, o kadar imparatorluğunu kurdu. yanağımda kocaman bi yara vardı yani, sulu böyle. akıntılı. sanki vücudumdaki tüm pisliği ordan akıtıyolar gibi hisssediyodum. bi de güzel kaşınıyo meret. kaşımayayım dağılıyo diyorum ama nasıl tatlı tatlı beni kaşı diye tahrik ediyo beni tahmin edemezsin. yanılıyosun uyuz olmamıştım.

annem karaları bağladı."tühh kızın bütün suratını kapladı, ya izi kalırsa, daha gencecik kız. güzelim suratı ne hale geldi" falan diye.. ben de o ara "yüzde yüz düşünce gücü" falan tarzı kitaplara bi sarmışım, bi sarmışım nerdeyse kaşığı falan göğüslerimin arasında bükeceğim. rüyamda geçmiş yaşamımda fransız bi air oduğumu görüyorum. kafayı ha yedim, ha yicem o derece uçmuşum yani. artık içimdeki enerji patlaması mıydı o sivilce denen yanardağ, yoksa basit bi ergenlik belirtisi mi bilmiyorum. (aklıma gelmişken hala yirmilik dişim çıkmadı benim. uykum kaçacak yine nerden hatırladım!)

ben de anneme inatla "geçeerrrr" diyorum. "iz kalmaz, bişiyy olmazzz." cidden inanıyorum ama geçeceğine. o dönem kendimi derslere adamışım zaten, okulda dereceye girmişim. üniversitede de istediğim bölümü tutturmak için ant içmişim -ki başardım. zaten okulun son senesi platoniğim Karabiber de sırf okul puanı fazla gelsin diye başka bi liseye geçiş yapmış. kalmışım dımdızlak ortada. tüm hayallerim kursağım da kalmış. çocukla 2 sene boyunca tek kelime edememişim. buna mı, yüzümdeki pötürtüye mi yanayım? zaten bizden çok uzak bi ilçeden servisle okula gidip geliyodu. artık görmem bile imkansızlaştı çocuğu. kızlar benden çok üzüldü Karabiber'in başka okula gitmesine. bense hiç ağlamadım. yüzde yüz düşünce gücüyle ilerde çocukla evleneceğimi mi düşünmüştüm ne, kendimdeki metanete ben bile şaşmıştım.

o kocaman sivilce ile tek düşündüğüm "iyi ki karabiber görmedi beni bu halde. iyi ki okul değiştirmiş. şansım vardıysa bile bu halde yok." o zaman deli gibi de kilo almışım. bir daha da o kiloyu hiç görmedi bedenim. çirkin ördek yavrusu deyimi tam da benim için söylenmiş yani. literatüre benimle geçti hem haberin var mı? :P

sabahları otobüse biniyorum. herkesin dikkatini çekiyo yüzümdeki o kocaman şey. kendimi nasıl kötü, çirkin, işe yaramaz, pis hissediyorum anlatamam. ama geçeceğine tüm kalbimle inanıyorum. yüzümü yıkıyorum o şey yanıyo. su değdirdiğim her defasında daha çok sulanmaya başlıyo. azıyo resmen kaşıntısı falan. ilaçlar kullanıyorum, kurutucu sabunlar falan deniyorum. yok abi işe yaramıyor. yüzümü artık şlap şlap diye bol suyla değil, elimle nazikçe, yaraya su değdirmeden siliyorum. duş almaya korkuyorum zaten. ben ki evde su kuşu diye anılırım. yaranın üzerine bebe pudraları sürüyorum, bu da kabuk bağlayan kısımlarda bembeyaz kala kalıyor. badana yapmışım sanki suratıma. delircem artık!

günler derslerin dışında berbat geçiyor. derste de hocalardan biri yüzümdeki o şeyi soracak diye ödüm kopuyo. çarşıda köşeyi dönünce Karabiber'le rastlaşıcaz diye montu, bereyi yüzüme gözüme siper ediyorum. tam bi işkence!

valla birkaç haftamı aldı o sivilceden bozma, benden olma yaranın geçmesi. baktım kabuk atıyo yavaş yavaş. altından kaymak gibi, hafif pembe bi cilt beliriyo ufaktan. nasıl şükrediyorum Allah'a. "biliyodum geçeceğini" diyorum, biliyorum. annem ve arkadaşlarım yüzümde bi izin kalmamasına şaşırıyolar haliyle. cildimin yağlı oluşunun avantajını anlatıyolar her defasında. yağlı cildin can verdiği o koca koca sivilceleri kimse ağzına almıyor ama.

yüzümdeki o sivilce mevzuu taa üniversitenin ikinci senesinde şak diye son buldu. o şehirde sular çok kireçliydi falan, dedim bununla mı alakalı acaba? ergenliği mi atlattım, artık bana abla mı diyecekler yoksa korkusuyla mı alakalı çözemedim. ama şunu hep merak ettim. milletin burnunda, yanağında, en çok da alnında çıkan o devasa pörtüler nasıl olup da benim o nerdeyse boynum denen yerde çıkmayı başarmıştı? bunun psikoloji ile bi alakası kesin olmalıydı. yani mesela, bel ağrısı, bel fıtığı nüksetmişse kişide bunun bi anlamı da taşıyamacağı sorumluluk demekti ya, o çenemde çıkan sivilceler aldığım kilolara tepki pankartı neden olmasındı? yemek yemek istemiyorum, yedikçe kendimden nefret ediyorumun dışavurumu. hıı??


Not: Sivilcenizle oynamayın iz bırakır, oynayan sevgiliden uzak durun bokunu çıkartır.







Nazar etme n'olur, yaz senin de olur.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Ölsem Gam Yemem


Bacardi içmişim, kafam hoş. trans vaziyette. sarhoş sayılmam. herşey hoş yani, o vaziyet. herşey güzel, ben güzelim, sen güzelsin.

bu kafayla masa toplamak falan pis koyuyor adama. şeytan diyor bırak hepsini, zıbar yat. tatlı rüyalar gör, olmadık diyarlarda dolaş. ama bendeki şu sorumluluk duygusu yakamı bırakmıyor, illa toplayıp yatıcam o masayı.

mutfağa gidiyorum. çöpün arkasında sanki olmaması gereken bi iz, bi karartı, bişey var. ilkin kızım kafan güzel ondan o falan diye inatla bakmıyorum. sonra merak duygusu ağır basıyo, gözlerimi şöyle yana yatırıp bi hamleyle duvara "yakaladım seniiii!" edasıyla bakıyorum. bi de ne göreyim?! Akrep!

Ben daha bu diyarlara adım atmamışken aşkım bu akreplerden bahsetmişti. hatta çocuk bayaa bi tırsmış, internetten akrep çeşitlerini falan ararştırmaya başlamıştı. yok siyahı, yok sarısı. yok boyları, yok zehirlisi, yok sokarsa kaç saatte insanı öldürürü falan.. Çocuğun kabusu oldu olacak o kadar yani. bari ben sakin, cool olayım da O'na güç olsun diye düşünüyorum. ama şimdi o şey mutfağımızda. işte karşımda. kafam mı iyi lan benim? sahiden mi akrep var orda?

yaklaşmaya başladım ona. sabit duruyo, sarıgillerden bu. ben araştırmadım lan, şimdi bu zehirli olan mı? biraz küçük sanki. ya kafam mı iyi benim? küçük di mi bu? içimden on kez Peter'e (aşkım) sesleneyim, yok seslenmiyim, ben öldüreyim O'na hiç söylemiyim, yok yaf yazıktır günahtır, ama ya o bizi öldürürse.. diye düşünce geçti. gözlerimi akrepten ayırmadan "Aşkııııımmmmm!!" diye seslendim sonunda. hayır bağırmadan, gayet sakin. çocuğun kalbine mi insin. "Efendiiiimmm??" "Duvarda sanki bi akrep vaaarrrrr.." baktım pıtır pıtır tek kelime söylemeden benimki geldi. içinde tutuyo resmen heyecanını. O da ben korkmayayım diye uğraşıyo belli ki. ömrü hayatımda ilk kez akrep görüyorum canlı canlı. "ohhaaaa Heidi o kadar ay ben burdayken bi kez olsun görmedim şunlardan, nasıl başardın görmeyi şunu?!" Allah yarabbi sanki aradım buldum, duvara ben çıkardım yaratığı. ben dedim korkasım var n'olur bu akşam bize gel.

yeminle on dakikadan fazla o bize baktı, biz ona. öldürsek mi, öldürmesek mi diye birbirimize sorduk durduk. "bu böcekler bi bana görünmüyo ne hikmetse" dedi Peter. şimdi Allah'ın sevgili kulu ben miyim sen mi diye içimden isyankar sorular soruyorum. yanıtlamıyorum çünkü yanlı olacak cevapları. :P sonunda Peter kıydı yavru akrebe. özür diledi öldürmeden önce ve balkon terliği ile onu duvara yapıştırdı.

içeri geçtik. yatıcaz artık. baktım yatak odasının duvarında büyük bi örümcek. o da sabitlemiş bacakları, öyle bana bakıyo. ya siz benimle oyun mu oynuyosunuz? şaka mı bu? halüsinasyon falan değil di mi bu akşam gördüğüm böcekler? çok içmedim ben ya. içmedim di mi?? neyse örümceğin yaşayacağı varmış, ikinci bi canı almaya gönlümüz razı gelmedi o gece. bıraktık olduğu yerde onu. sabah yerinde yoktu. umarım bizi ziyarete gelmemiştir uyurken diye endişe ettik. götümüzü başımızı kontrol ettik, bişey yoktu.

bikaç gün aradan sonra bu kez bacardi falan içmemişim, yemek yiyoruz baktım yanda pıt pıt pıt bi örümcek daha. ya burdaki tüm böcekler de sarı sarı maşallah. bu korkma oranımı aza indiriyo nedense. siyah olsa daha korkarım, ne saçma. Peter artık "ben nasıl görmüyorum bunları yaaa!" diye isyanları oynarken böcek kaçtı gitti. yanımda çok belli etmiyo Peter ama akşam geliyo sanki kafasında bu konuyla yatmış kalkmış gibi, Azeri iş arkadaşlarından bilgi toplamış, onları anlatıyo bana. buranın böcekleri pek ısırmazmış. ısırsa da ufak bi şişlikle geçer gidermiş. iyi barii, diye. ya zaten ne hikmetse böceklerden korkan, ödü patlayan ben hiç korkmuyorum burda onlardan. bi soğukkanlılık peyda oldu üzerime anlatamam.

yatak odasındaki doğalgaz sobasını gece eksileri görmeye başladığımızdan kısıkta açık bırakıp yatıyoruz. koçtaş'tan da doğalgaz alarmı almışız, takmışız odaya ama yine de ilk günler endişe ile yatmamızı engelleyemişti bu. ne olur ne olmaz, sonuçta bu petek değil, bariz soba. burda da her zaman duyduğumuz o kaçak doğalgaz sesi varken, gayet normal sabaha çıkamayabiliriz.

bazen yatıyorum yatağa, soba yine kısıkta. tıssss.. içimde en ufak bi korku duymuyorum sabahı göremezsem diye. "ölürsem ölürüm napiiim ya" diye düşündüğüme şaştım kaldım bi gece. hiç korkmuyorum ölmekten. yaşayamayacaklarımdan korkmuyorum artık. Kafamda Frank Sinatra'nın My Way şarkısı gülümseyerek uykuya dalıyorum...

ve artık sonum çok yakın...
son perdeyle yüzleşmeye hazırım.
dostlarım, açık konuşacağım!
kati durumumu açıklamalıyım.

hayatı dolu dolu yaşadım...
her anayolu baştan sona dolaştım...
ve dahası, çok daha fazlası,
hepsini keyfimce yaptım!

pişmanlık mı? var elbette biraz...
ama sözü edilmeyecek kadar az!
hep yapmam gerekeni yaptım...
ve hepsine istisna olarak baktım.

planladım her dersini hayatın,
ve yolumdaki her dikkatli adımı.
ve dahası, çok daha fazlası...
ben hepsini keyfimce yaptım!

evet, oldu bazı zamanlar...
eminim hatırlayacaksınız!
çiğneyebileceğimden fazlasını,
umarsızca ısırmıştım!
ama bütün bunların yanında,
bir an bile şüphe duyduğumda...
hemen yuttum o lokmayı,
ve tükürüverdim dışarı!
yüzleştim tümüyle,
ve hep bastı ayaklarım yere...
hepsini yaptım keyfimce!

sevdim, güldüm, ağladım...
kaybetmekten payımı fazlasıyla aldım!
ve şimdi... yatışırken göz yaşlarım,
hepsini gülümseyerek hatırlarım!
düşündüm de bütün bu yaptıklarım...
utanç duymadan anlatılır mı?
utanç mı? hayır, hayır, bu ben değilim!
ben hepsini keyfince yapanım...







söz

Kadın sözdür. Sesini yitirmemek için durmadan akıp giden söz. Erkek gramerdir.

Haşmet Babaoğlu







23 Kasım 2010 Salı

Olamaz mı Olabilir

hiçbir neden yokken,
ya da biz bilmezken tepemiz atmış
ve konuşmuşuzdur...
onca neden varken
ve tam sırası gelmişken
hiçbirşey yapmamış
ve susmuşuzdur...
aynı anda aynı sessiz geceye doğru
içim sıkılıyor demişizdir
aynı sabaha uyanırken
kimbilir
aynı düşü görmüşüzdür
olamaz mı?
olabilir.

onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş
şu eylül akşamı dışında

belki benim kağıt param,
bir şekilde, döne dolaşa
senin cebine girmiştir
belki aynı posta kutusuna,
değişik zamanlarda da olsa,
birkaç mektup atmışızdır
ayın karpuz dilimi gibi
batışını izlemişizdir deniz kıyısında
aynı köşeye oturmuşuzdur köhnede
belki de birkaç gün arayla
olamaz mı?
olabilir.

onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş
şu eylül akşamı dışında.

bostancı dolmuş kuyruğunda
sen başta ben en sonda
öylece beklemişizdir...
sabah 7:30 vapuruna
sen koşa koşa yetişirken,
ben yürüdüğümden kaçırmışımdır
aynı anda başka insanlara,
seni seviyorum demişizdir....
mutlak güven duygusuyla,
başımızı başka omuzlara dayamışızdır
olamaz mı?
olabilir.

onca yıl sen burada
onca yıl ben burada
yollarımız hiç kesişmemiş
şu eylül akşamı dışında..

Bülent Ortaçgil - Eylül Akşamı


Ben, O, O, bi de O.


çamurda çivi saplamaca oynuyor çocuklar. hayır ben, O, O, bi de O. Biri koşarken takılıyor, karnının üzerine düşüyor. diyaframı sıkışıp kalıyor, nefes alamıyor. ölüyor sanıyorum. gecelerime kabus oluyor.

televizyonda içine cin giren kadını gösteriyor. elleri ayakları ters dönüyor. ağzından köpükler geliyor. gözleri bu dünyadan değil sanki, başka bakıyor. korkunç yani. uykularıma giriyor. tuvalete gidemiyorum tek başıma. içime cin girecek diye ödüm kopuyor. annemle babamın arasında uyumak istiyorum, bunu yapacak yaşı çoktan geçmişim, çekiniyorum. her gece sekmeden uykumdan uyanıyorum. kırmızı ışık taktırıyorum odama. her gölgeyi cin sanıyorum.


annem beni hocaya götürüyor. hoca okuyor, üflüyor, suya dualar atıyor. sabah gün doğarken uyanıp içeceksin diyor. annem zorla yolda ilk yudumu içiriyor, bir daha da ağzıma sürmüyorum. o gece mışıl mışıl uyuyorum.


gülşen yaz günü çok dondurma yiyor. külah külah yiyor. eli ayağı dondurmayı çok yedi diye döndü deniyor. aklım almıyor. dondurma yemeye korkuyorum. ilk külahın sonuna doğru ayaklarım titriyor.


songül'le horozların ve köpeklerin saldırdığı o karanlık toprak yola gidiyoruz hergün. hiç korkmuyoruz. muşmula ağaçlarına çıkıyoruz. dalların üzerinde masallar anlatıyoruz. ekşi ekşi muşmula yiyoruz. olmamışını seviyoruz ikimiz de. her akşamüstü gülmekten altımıza kaçırıyor birimiz. etek giyiyorum o zaman. pantolona alışmamışım.

songül'ün ablası evleniyor. halaylar çekiliyor. tek başınayken iki öne, bi arkaya pratikler yapıyorum. halayda araya girmek istiyorum, iki dönüp elimi bırakıyolar. işemek istiyorum.

yine Galatasaray-Fenerbahçe derbisi oynanıyor. Rıdvan'ın her pozisyonunda gözlerimi kapıyorum. Galatasaray yenilince okula gitmek istemiyorum. Sırada en arkaya saklanıyorum, ben maçı kaybetmişim gibi utanıyorum.


sakız çiğnemeyi çok seviyorum. patlatmaya bayılıyorum. ayıp diyorlar, elimle balonları saklamaya çalışıyorum. ellerim küçük kalıyor.

çocuklar sokakta maç yapıyor. gürültüden bıkan nine üçüncü kattan kaynar su döküyor çocukların üzerine. bu yüzden hep uzaktan seyrediyorum onları.


Mine ile çokomel ve şeker kağıtlarından parti süsleri yapıyoruz. bahçeyi süslüyoruz. folklor kıyafetlerimi giyiniyorum. sınıftan ve mahalleden tüm arkadaşlara ellerimizle davetiye yapıp dağıtıyoruz. ben şarkı söylüyorum. sunuculuk yapıyorum. diğer gün hiç bişey olmamış gibi okula gidiyorum.

öğretmen hep sınıfı bana bırakıp gidiyor. Ökkeş okuyorum tüm sınıfa. herkes pür dikkat beni dinliyor. diyalogları canlandırıyorum. hiç sıkılmıyorlar. öğretmen geliyor, şaşırıyor. ama O'nun yanında okumaya utanıyorum.

kendi sesimi dinlemeye doyamıyorum. mikrofonla teybe sesimi alıyorum. en sevdiğim şarkıları, bildiğim şiirleri okuyorum kasete. Koroda solo söylememi istiyolar, utanıyorum.


sürekli birine aşık oluyorum. çoğu kısacık sürüyo. platonik aşk acısı çekmeyi seviyorum. şiirler yazıyorum. günlükler tutuyorum. dergiler çıkartıyorum kendime. onları en görünür yerlerde saklıyorum.


o büyük arazide, emrah filmlerini canlandırıyoruz arkadaşımla. diğer çocuklar gülmekten yerlere yatıyorlar. günde beş kere kıyafet değiştiriyorum.


yeşilçam filmlerine ağlıyorum. yanımdakinden saklıyorum gözyaşlarımı. bazen gece yaptığım gibi dişlerimi sıkarak, burnumu çekmeden ağlamayı deniyorum. yine de anlaşılıyor.


babamla kurbanlık almaya gidiyoruz. elimi tutuyor, bayır tırmanıyoruz. hiç yorulmuyorum. tezek kokusu bana muhteşem bi rüya gibi geliyor.

arka
bahçede bir haftadır kardeşimle beslediğimiz koyunu kesiyolar. bir daha kurban kesilirken bakmamaya tövbe ediyorum.

çamurda çivi saplamaca oynuyor çocuklar. hayır Ben, O, bi de O. her defasında çivi savrulup gözüme batacak diye korkuyorum. Saplanmıyor.






Nazar etme n'olur, yaz senin de olur.

22 Kasım 2010 Pazartesi

Anneolmadürtüsühastalığı


On günlük Türkiye çıkarmam nasıl geçti habersiz hiçç anlamadım. sani bi gün önce vardım, bi gün sonra geri döndüm. o kadar çabuk. insan benzer şeyleri yapınca zaman hızlı geçti gibi mi algılanır? ya da bitmesin istediklerin bi anda mı tükenir? yahut çok özlersen çok düşünecek şey bulamazsın, zaman çabucak mı erir? bilmiyorummm, tek bildiğim tatilden bişey anlamadım. ne saçmalıyorum ben, 9-6 çalışıyorumdum burda sanki. neyin tatili??
Kesinlikle

"Seninle Yola Çıkanda Kabahat!"



"seninle yola çıkanda kabahat!" diye söylendi annem. yılların isyanı vardı sesinde.

ufaktım, annem niye bu kadar sinirlenmişti babama anlayamıyordum. sessiz sedasız, gürültüsüz patırtısız geçinip gitsinler istiyordum ben onları.

ben küçükken oturduğumuz o koca bahçeli, kırmızı evden bi yere gitmek zordu. epey bi bayır çıkmamız lazımdı pazardan dönerken. fileler vardı ayva, nar taşıdığımız. arabalar vardıysa da biz almamıştık. neden diye de soramazdım, o arabaların varlıklarından haberim dahi yoktu. ben filenin sarısıyla, karpuzun çekirdeğiyle daha yakındım.

pazardan da öteye, memleketlilerden birilerine oturmaya giderdik. kışları yapmazdık bunu, hatırlamıyorum. yaz akşamları, çoğunlukla çekirdek çitleyerek.. o yol boyu bacaklarımın yandığını hissederdim. ısınırdı onlar, sanki bacaklarımda bişeyler çatlardı. kesik mi olurdu, bilmezdim. sessiz, gülümseyerek yürürdüm. evet, cırcırböcekleri de vardı.

bayır yukarı eve dönerken, akşam geç vakitte, annem hep "seninle yola çıkanda kabahat!" diye söylenirdi. annem neden bu güzel akşamı berbat ediyor ki, diye üzülürdüm. başladığı gibi niye bitmezdi gün?

yıllar sonra farkettim, annem hızlı yürüyemiyor, en hızlı yürümesi bile insanı deli etmeye yetebiliyordu. sakin, telaşsız, güçten düşmüş, öylesine, amaçsız, dalgın... yanındakini sinir edecek kadar yavaş. babamın adımlarındaki isyanını, annemin babamla yürüyememenin kırıklığını çok sonra anladım.

artık babamın tam şu anda, burada; annemin ise geçmişte, derinde yaşadığını biliyorum. ve yine biliyorum ki ben burada, uazaktayken annem geçmişe daha sarılacak. zamanla yavaşayacak adımları, ağır ağır.. her adımda beni de alacak yanına. geceleri derinnnn bir uykuya dalacak. sanki hiç uyanamayacakmış gibi. yürürken taşıdıkları o kadar yoracak O'nu.

ne biliyor musun? bence her ailede, geçmişe bakan, şimdiyi yaşayan ve hayata şaşıran birileri yaşıyor. Bizim gibi.. sen hangisisin?




18 Kasım 2010 Perşembe

Mutlu Rüya Vardır




Dün öğleden sonradan başlayıp, filmin sonunda dahi hala Şokella'ya sıkılmadan anlattığım o kız rüyama girdi. Pucca. gerçek yüzünü görüyorum, google aramasında çıkan fotoğraflarla aynı kişi olduğunu görüyorum. "Gerçek adını biliyorum" diyorum, sır gibi sessizce fısıldıyorum. çok sevimli.. birbirimize sırlar veriyoruz. güveniyorum.




Arada uyanıyorum, tekrar uykuya dalınca bu kez Prenses geliyo rüyama. gözleri kocaman kocaman olmuş. yeşil, yine rimelli. arkamdan geliyo. sahil kasabasındayız sanki. bi yaz günü. bana doğru kollarını açarak, özlemle sarılıyor. ben kollarımı bile açamıyorum sarılmak için. sımsıkı sarıldığını hissediyorum bana. ilk sözü "beni affedebilecek misin?" oluyo. gözlerimiz doluyo. sadece çok özleştiğimizi hissediyorum.

Prenses affettim hadi gelll..









New York'ta Beş Minare.. cııkksss!! ıı ıhhh!


ya olmamış bu film taam mı.. 11 milyon dolar harcadığına değdi mi Mahsun? Tamam ben bile ikna oldum Hacı iyi biri. valla, inandım. Yeter ki siz artık bu cümleyi kurmayın. Senin gönlün olsun Mahsun.


Benim için gerilim filminden bi farkı yoktu filmin. hele o Deccal lakaplı sakalllı herif bu gece uykuma girmezse şanslıyım. Filmden sonra tek düşündüğüm "Mahsun birinin maşası mı oldu, hayırdır abi bu konu da şimdi nerden çıktı?" oldu. başta action yapayım demişler, az daha kendimi salondan dışarı atıyodum. önlerde oturuyodum, sesten kulaklarımı tıkadım. sonda mıç mıç mıç, "i love you", "seni seviyorum", hala "O iyi biri" replikleri.. off ki ne offf!


Ayrıca abi 11 milyon filme harcamayı biliyosunuz, o Mustafa Sandal'ın, Mahsun'un cildinin hali nedir öyle? bu adamlar ciltlerine hiç bakım yaptırmazlar mı? Haluk Bilginer'in öyle miydi pırıl pırıl, yemin ederim ki dudaklarına bile nemlendirici kullanıyodur o adam. Haluk Bilginer'in tiyatrocu olduğu nasıl da belliydi; göğüs kafesi kocaman olmuş diyaframı düzgün kullanmaktan. ama Haluk amca ingilizceyi bi amerikalı gibi konuşurken, Bitlis şivesi ile Türkçe konuşmayı nasıl başardı bunu aklım almadı? du lan ben bunu yatakta ayrıntılı düşüneyim.


filmde içimi açan tek şey neydi biliyo musun? Hacı'nın kızı ile damadı. bahar gibiydiler. tazecik.


sinemadan çıktım, DVD'ciye gittim. izlemek isteyip de Nahcivan'da bulamadığım Türk filmlerini satın aldım. en başta ne olabilir? Baaallll.. :) Üçlemeyi tamamlayayım. bak adamlara, ufacık bütçeyle, hayatın boyunca hafızandan silinmeyecek filmler yapıyolar.


Mahsun keşke filmin sonunda "hepimiz kardeşiiiiz bu öfkeee ne diyeee.. yaşamak dururken bu kavga ne diyeeee..." diye bi şarkı patlatsaydı. bari. yani. ıı ıhh olmamış bu film abi.




17 Kasım 2010 Çarşamba

Çillibom


Sonra birden Çillibom geldi. O'nu öğrenci sandım. Öğretmendi. Sayamıcam kadar çili vardı. Tavşan dişleri. Şehla gözleri. Çillerinden gözlerimi alamadım uzun süre. "ne güzel çillerin vaaarrr" diye mırıldandım, gözlerini kaçırdı.

Sonraki günlerde Çillibom'un uzaydan geldiğine inandım. Bana Didem Madak şiirleri okudu.

"Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım,
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım,
Aşk diyorsunuz ya, işte orda durun bayım
ıslak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
kendimin ucunda,
öyle ıslak, öyle kötü kokan.
yırtık ve perişan
siz aşkı ne bilirsiniz bayım
aşkı aşk bilir yalnız."


Çillibom'a aşkı hiç yakıştıramadım. aşık olamayacak kadar başkaydı. O, bi kez yara almış ve artık sonunu bekleyen kuş gibiydi. Çilli bi kuş.. Çillibom arkadaş olamazdı. Sevgili, eş, anne, düşman, öğretmen, hemşire, yazar, hasta, çocuk, ölü... hiç biri olamazdı. Bence O yalnız duyar, hisseder, bakardı.
Çillibom ilk görüşte içimdeki kuşa dokunmuştu. Sonraki günlerde içimde Çillibom'un nefesini duydum. derin, ağır..


Nazar etme n'olur, yaz senin de olur.

Tarih Öğretmeni Zeyna


Lisede Zeyna (mesela dedik) isimli bi tarih öğretmenimiz vardı. kendisi kadındı. bacakları çok kaslı, boyu ufacıktı. küt kıvırcık saçları vardı. saç telleri ince, sayıca da çok azdı. kızıl rengi severdi ve kırmızı ojeleri ve çokça sigarayı. zayıf elleri vardı. zayıf ve kemikli.. uzun parmakları.. uzun kırmızı ojeli parmakları... boyu ufacıktı, bacakları çok kaslı. asabiydi ve bekar. annesi ile yaşıyordu. notu çok kıttı. Muazzez Abacı severdi. Siyaseti.. En çok Atatürk'ü...

Bi gün derste kendisini dinlemek yerine, cadı şeklinde karikatürünü çizen Barış kardeşimize sıkı bi tokat patlattı. Barış O'ndan da ufaktı. Barış'ın kulak zarı patladı. Barış ağladı. O günden sonra korkudan dinledik hep Zeyna öğretmeni, saygı hiç duymadık. Sınıfı geçmek için çalıştık sadece, tarih bi kulağımızdan girdi, diğerinden çıktı.

Yıllar sonra Muazzez Abacı kemancısını tokatlarken, sanki Zeyna Öğretmen, Barış'ı tokatlıyordu.



16 Kasım 2010 Salı

Ballı Alışveriş Manyağı


ben kız arkadaşlarla falan alışverişe çıkmayı pek sevmem. neticede herkesin zevki, beğenisi farklı. senin beğendiğine o beğenmez, onun dibinin düştüğüne sen kuruşunu vermezsin. hatta bazısını bedava verseler giymezsin.

alışverişte mümkünse seninle aynı performansı gösterecek bir arkadaş olması tercih sebebidir. şöyle sabahtan akşama seninle mağaza mağaza durmadan, dinlenmeden dolaşacak, indirim sepetlerinin altını üstüne getirecek, kimsenin bulamadığı o en alttaki şahane kaNumaralı Listezağı çekip bulacak bir kız arkadaş olmalı yanındaki. ya da bir anne..


alışveriş konusunda benim kadar şanslı bi dişiyi daha ben görmedim. (ben de dişi oldum ya, ölsem fark etmez gayrı!) şurda indirim varmış diye koşturmadan, tamamen tesadüf eseri bulurum o nadide şeyleri. hiç aklımda kemer almak yokken bi bakmışsın elimde kemerle eve dönüyorum. o kadar cüzi bi miktara o kadar güzel şeyler denk geliyo ki aklın almaz. millet alır 50 liraya ben bulurum 10 liraya. abartmıyorum! artık arkadaşlar elimde aldıklarıma bakarken, sinirden deliye döner, uyuuuuzzzz diye söylenirler. "artık senle çıkıcam alışverişe heidiiii" çıkar ve o da nasiplenir bu durumdan. Sanki biri alışveriş konusunda bana el vermiş gibi, resmen ayaklarım ucuz ürüne doğru kendiliğinden gider. bi bakmışım dibimde şahane bi ayakkabı, hemde 29 tl'ye! anammmm..


istediğim kadar yorgun, uykusuz olayım.. çarşıya çıkana kadar o. bi anda cengavere dönüşüyorum oralarda. bi güç, bi şevk geliyo bana anlatamam. çok nadirdir yani, "off yoruldum artık bakamıcam çanta falan" demişliğim. kolay kolay pes etmem, edeni de haz etmem. bütün mağazaları dolaşmak isterim. dolaşamamışsam işimi yarım bırakmış hissederim. ne sorumluluk ama!


Bizim Prenses anlatırdı, O da fena halde alışverişkolik olmuş çıkmıştı. tüm maaşını ayakkabı, çantaya yatırırdı. minnacık bi odası vardı. dolabı ağzına kadar dolmuştu, dolabın üzerinde de kutu kutu eşya yığılıydı. aldıklarını eve gizli saklı sokmak zorunda kalıyordu kızcağız. annesi artık kıyametleri koparıyordu. apartmandan çıkıyomuş. kapıyı sessizce açıp, ayakkabıları eline alıp parmak uçlarında odaya geçiyomuş. yok eğer yakalanacak gibiyse kapının önünde bırakıyormuş poşetleri, annesi tuvalete mutfağa geçince çaktırmadan içeri alıyomuş onları. yaz günlerinde hele isyan ediyodu kız. "oturma odasının kapısı açık oturuyolar, çantaları geçiremiyorum odama amaaa yaa :(("


öğrenci evinde ne rahatlıktı yarabbi. istediğimi alıyodum. istersen on tane poşetle gel eve. karışan yok. ailemin yanına taşınınca bir gün beş gün ses etmedi annem. sonra şartelleri attı kadının. ben vazgeçtim mi? hayır tabii ki. ben de merdivenlerde sakladım aldıklarımı, Şokella'ya bıraktım, annem çarşıya pazara gidince bi koşu onları almaya gittim. taşıyıp taşıyıp getirdim eve. artık annem yeniyi eskiyi ayırt edemez oldu. o kadar çok olunca.. bazen eskiden gördüğü kazağa bile, "bu yeni Heidiiiii" diye alttan alta hesap sorardı. böyle işaret parmağını sallayarak bana doğru. o zaman da ben cinnet geçiriyodum. "yaa giydim ya geçen bilmem nerdeeee!" inanmazdı.


sen cici cici elbiseleri saklamak zorunda olmak ne demek bilirmisin? hem de olmadık deliklere, en ücra köşelere?.. hayır, bari o kadar ter döktüğüme değsin. ağız tadıyla getireyim eve, açayım göstereyim aldıklarımı. bazen mağazalarda analı kızlı rakip takımları görüyorum. annası kızdan daha istekli kızın o mini eteği giymesine. "şunu da dene yasmin, ayy ölümü görr çok güzel olduuuu.. saçmalamaa, harika olduuuu.. annecimm bu nasıl?" ya diyorum allam niye bana böyle içinde alışveriş aşkı yatan bi anne nasip etmedin yaaa? :( kız bıkmış almaktan artık, annesi dürtüklüyo, "şundan da alsannnaaa" diye. "aa bak Işılsu, indirime girmiş çantalar. Gülru'nun düğünde takarsın işte ne var?" hee bi de Gülru'nun düğünü için özel bi çanta alınıyo öyle mi? anne alacağın olsun senin. bunların hesabını öte dünyada allah baba sana sormaz mı? Heidi öyle boynunu büküp analı kızlı rakip takımları izlesin, öyle içine dert olsun o alamadığı taytlar, ceketler.. sen hala alamadıklarım için bile başımın etini ye.


bitmeyen isteklerimin içine bir tane daha ekliyorum. Allam annemin içine alışveriş aşkı koy. bi akşam yatsın, sonra bi kalksın içinde engellenemez alışveriş güdüsü. tutsun kolumdan beni, sürüklesin beni çarşı pazar. "bunu da al Heidi, bu da güzel, şuna bayıldım, bunca yıl ben nasıl yaşadım" gibi saçmasapan bi hal alsın kadın. Töbe yarabbi. Amin!





15 Kasım 2010 Pazartesi

Nahcivan'da Apaçi Virüsü


Şuu apaçi müziğini Allah n'yapmasınnn! Nahcivan'da bile virüs gibi yayılmış, herkesin telefon melodisi olmuş. hangi markette bi Azeri ile rast gelsem, birinin telefonu çalıyo, sonra o tanıdık müzik. ığğ diyorum her defasında. ilk gittiğim haftalarda da Demet Akalın ve Serdar Ortaç şarkılarını duyuyodum.


Burada elindeki cep telefonu ile yürürken caddede falan, müziği açıp dinlemek hatta sesini sonuna kadar açmak hiç abes değil. gençler bunu hep yapıyo. hatta kimin evinin önünde bi 2010 model Ladası varsa, ki genelde Nahcivan Lada cenneti, onun kapıları açık olur, açarlar bi tane özde hiç değişmeyen o azeri müziklerinden birini. gümbe de güm gümmm!.. yaf sokak inliyo. o müzik seviyesi ile gayet rahat bi kına gecesi, nişan, sünnet falan yapabilirisin, o kadar yani. ya dedim, kimse rahatsız olmuyo mu nasıl yani ya? kimse şikayet etmiyo mu? hem bu yokluğa bu teknoloji, ne ayak? burda normalmiş. tamam o zaman, bana biri sen anormalsin derse, kapımın önüne bi tane araba çekicem hurda falan hiç farketmez, açıcam ajdar'ı. çikita çikita muzzz.. diye, patlatcam bombayı. bence hala bilmiyolar zaten ajdar'ı burda, bilseler telefon melodisi yapmazlar mıydı hem? :P heheh ajdar çok tutarmış burda kim bilir, buraya konsere gelirmiş. hem de ayda bir falan, arayı soğutmadan. o kadar yoğun talep olurmuş yani düşünsene. şehrin göbeğinde, açıkhavada müzik ziyafeti. tüm şehirle beraber, çikita çikita muzzz.. hobaaaa!

Nahcivan'da taksiler nereye gidersen git sadece 1 manat. zaten uffacık bi yer olduğu için normal aslında bu rakam. biniyosun taksiye, adam bi açıyo radyoyu, kasetçalar'i allaahhh! adam nereye? diye soruyo, duymuyorum. efendim? diyorum anlamıyo. madem anlamıyosun be adam, kıssana şunun sesini. adetmidir nedir daha çözemedim. burda adet taksiye bindiğin an daha soluklanmadan müziği açmak. açıyolar, gaza basıyolar. vınnn! içerde sen sağa sola yapışıyosun, bi yandan kulaklarını tıkamaya çalışıyosun. öğğ öğğğ diye bilmem ne küçesineeeee!! diye gideceğin yeri söylüyosun. adam senden parayı alıyo, seni indiriyo, müzik bitiyo. mesela.. ya adamlara "müziği açmasanız.." falan gibi bi yorum da yapamıyorum. yani orda konuşma stilimin dışında konuşmam gerekiyo beni anlamaları için. yani "müziği açmasanız?" bi soru cümlesi ama adam boş boş bakıyo gözlerine. iyi de nee?? adam bakıyo suratıma. ya da adama "abi sen de mi?" dermişim. ehehe! anlar di mi?


arabaların içi temiz. sürekli çakmak gazı gibi bi koku var etrafta. evlerin önünden geçerken doğalgaz borularından tıss diye sesi duyosun, koku alıyosun ama ne patlama olmuş şimdiye kadar ne de yangın çıkmış. efsunlu bi yer burası. arabalardaki o benzinin kokusu bizimkilerden bi başka. daha keskin, ağır. zaten o kafa yapıyo 5 dakkada. eve gidene kadar sen mefta! "çall bi daha çall. o boktan şarkıyı kim söylüyodu ya? hahaha hayy boktan ama sevdim bunu! du duu bindiğim yere bi daha gidelim, ordan bi daha eve kadar getir beni. 2 manat. ;) ben hiç taksiye binmedim abi. yaralıııı yaralıııı.. kimsesiz çaresiz... yaralıııı.. bu işkenceye bayıldım abiii!" :P


bi gün valla psikopata bağlıcam taksinin birinde. biner binmez başlıcam damardan bi şarkıyı çığırmaya. "dertler derya olmuş, ben de bir sandalllll. savrulup gitmişim dağılmışım beennn.." diye. adamın eli kasetçaların düğmesinde çakılı kalacak öyle. her kıtanın sonunda adam müziği açmasın diye, ağzımla melodi yapcam. nını nıııııı...yaralııııı.. bi solukta ara vermeden ineceğim yeri, nını nıııı.. artık nam salarım Nahcivan'da. herkes herşeyi biliyo zaten burda. ben gelmeden, bütün sokağın haberi varmış benden. biz arabadan inip eve girerken, millet bahçe kapılarından kafalarını uzatmış beni görmeye çalışıyomuş. duyunca dumur olmuştum. ee ben kimseyi görmedim? dedim, onlar görmüş ama senii dedi Ç teyze. oleyy bee! dedim, iyi ki arabada aklıma gelen herşeyi yapmamışım. :P




Nazar etme n'olur, yaz senin de olur.
"Bazı insanlar yaşadıkları bir deneyim sonucu bir kerede büyür ve ondan sonra bir daha büyümezler. Erken ustaların çoğu böyledir, kırkında ellisinde ulaşmaları gereken olgunluktaki şiirlerini yirmili yaşlarında verdiklerinde, hayatlarının geri kalanı zor geçer."

Murathan Mungan

Bir dize-cik

Gömmeden önce biraz gezdirin beni.
 
Cemal Süreya

Bir Dilim Baklava Hayatını Film Şeridi Yapıp Gözlerinin Önünden Geçirir


annem yine ev baklavası yapmış, cevizi bol, şerbeti çok. biz bununla büyüdük ve ne hikmetse başka tatlılardan aynı tadı alamıyoruz. ev baklavası tadı var bunda. :P


bir baklava dilimi insanı nerelere nerelere taşıyor senin haberin var mı? ilkokul üçüncü sınıfa geçmişim. amcam o sene evlenmiş çok net hatırlıyorum bunu. hala stüdyodaki toplu fotoğrafımız evin bir köşesinde duruyor. annemle en güzel fotoğrafımız o. benim o zamandan bu zamana hiç değişmeyen gözlerimdeki ifadeyi hatırlıyorum her yeni fotoğrafta. o stüdyo fotoğrafında da tıpkı şimdiki gibi, otuziki dişimle bi sırıtış var yüzümde.


küçüklüğüm ayna karşısında geçti benim diyebilirim. çok sık aynaya bakardım, gözlerime bakardım hep, taa içine içine. bi gün arkadaşıma "sanki ağlamışım gibi bakıyo di mi gözlerim benim?" diye sormuştum. "bilmem" demişti. dişlerimi sıktım, bir daha O'na içimi açmadım.


bir baklava dilimi beni nerelere götürdü bilemezsin. taa ilkokul üçüncü sınıfa geçtiğim o yaz tatiline. doğduğum köye gittiğim o ilk yolculuğa. çocukluğumun geçtiği tek katlı, koca bahçeli, kırmızı evimize. yola bakan o yatak odası camına. o camın karşısına geçip, "bu anı hayatım boyunca hatırlayacağım, belki dönemem kırmızı ev.." vedasına. evimizle vedalaşmamıza..


o yaz tüm dişlerim düşmüştü. köyde yenileri çıkıyordu. o kadar sabırsız ve meraklıydım ki, sürekli damaklarımı yokluyordum ellerimle. hergün, her aklıma geldiğinde.. "çok oynarsan yamuk çıkarmış dişler" dediler. yamuk çıkacak diye inanmıştım. yamuk çıktılar. ömrün boyunca bana eşlik edecek dişlerin temeli sanki o köyde atılmıştı. eve döndüğümde arkadalaşların yanına gitmeye utanmıştım o dişlerle. gülerken ağzımı kapatıyodum sürekli.

zamanla alıştım o dişlere. dişlerim oldu onlar benim. onlarla elma dişledim, düğüm açtım, fındık kırdım, muşmula kemirdim, sevgilimi ısırdım, baklava yedim, otuziki dişimle güldüm. dişlerinizi sevin.
bir dilim baklava beni nerelere götürdü benim aklım almadı bunu.
Not: yazı başlarken efkarla baklava yiyip, biterken cıstak müzik dinlersen olacağı budur.




Nazar etme n'olur, yaz senin de olur.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Kaş Değil Mübarek Maki Bitki Topluluğu


Şu kaş - bıyık aldırma muhabbeti çok can yakıcı bişiyy ama yaaa!! sıranı beklerken derin konulara dalıyosun her defasında. kollarını bağlıyosun, ipini çekmelerini bekliyosun sanki. aval aval gelen giden çoğunlukla ev hanımlarına şaşaklıyosun. öyle salak bakıyorum ki ben bazen, aynanın birinde kendimi görünce "kızım sana kaş çatmak hiç yakışmıyo" diyorum çok bed oluyosun. o kaşa o eda... olmuyo yavrum. kaşları almasam zaten bier metreye ulaşır boyu ben diim. valla uzanır. öyle bi potansiyeli var benim kara kaşlarımın. kara kaşlar yüreğimi dağlar tamam da, benim için bunlarla yaşamak bi hayli zor. zordu. zor olacak. hayır, kaş kalın tamam, pekala bunu incelttirebilirsin. alttan üstten bikaç sıra alır sevgili kuaförüm, bu hallolor, mühim değil yani. ama benim kaşlarımın kılları çok kalın. o bildiğin misina falan halt yemiş yanında. bi de gür pıtırcıklar, dersin maki bitki topluluğu . ahaha hay İzmir gibi kadınım, iklimim Akdeniz, daha ne isterim.. diye avutayım kendimi diye uğraşıyorum, bu kaşlarla olmuyo ama. kökleri de bi sağlam bi sağlam. her defasında gözlerimden yaşlar akıyo elalemin yanında. hayırr,, acımadı ki acımadı kii.. ben yolunan güzelim kaşlarıma ağlıyorum. bilirsin herkese nasip olmaz böylesi. :P

kız daha geçen aylarda evlenmiş, ufak tefek bişey. benden de minyon öyle diyim sana. evet şekerim, o kaşın ebatlarını düşün bul artık sen. bu bünyeye, o sırma gibi kaş.

sırada bekleyen arada oflayan inleyen bi hamile kadın var. bayan demicem, baymayız biz. ığğğ! dişi var. sıkıntıdan, her kuaförde karşımıza çıkabilecek Avon kataloğuna bakıyorum, bakayım ben gideli yeni parfümler, takılar falan gelmişmi diye, göz atıyorum sayfalara. anam kadın inleyince ben sanki kadınla doğmuşum büyümüşüm, sanki aynı evin içinde yaşıyoruz yıllardır gibi kadına "ne oldu?" diye sordum göz kırparak. iyi misin, dedim üzerine. yavrum nen varr? dicem utanmasam üzerine. kadın da beni tanıyomuş niye öyle diyosun ama.. dedi karnım, midem ağrıyo sabahtan beri. zor oturıyorum. hımm dedim. aman doğurmasın da şuracıkta.

yanımda mızmızlanan bi de velet var. hep mi beni bulur bu sabiler ama yaa? mızmızlanıp durdu. çikolata diyemiyo o çok çok sevimli velet ama annesi anladı. yok falan derken sonunda kadın pes etti ve bakkala gittiler beraber. uzun alpella çikolatalardan almışlar. nasıl mutlu o şebelek anlatamam. durdu kuaförün ortasında onca kadının arasında bi arsızlıkla çikolata yiyo bi yandan da gözlerini ayırmadan bana bakıyo ki anlatamam. içimden diyorum, o salyalarını varyaaa... bak biraz daha bana bakarsan kollarından tutar çekerim seni bana doğru. ateş çıkarırım yerden o sürtünme kuvvetiyle. artık gerisini sen düşün. yok içimi duymuyo bu. hissiz bişiy çıktı bizimki. hala sağa sola kaykılıyo, gözlerini benden ayırmadan iştahla çikolata akıtıyo üzerine. yemesi bitince geldi yanıma doğru, eşofmanlarıma bulaştırdı ellerini. benden tutunarak annesinin yanına geçecek güya. hay senin çikolatana da sanada... Kadın kucağına aldı benimkini, ona şarkı söylüyo, tekerleme bişyler anlatıyo. allam diyorum şu ev kadınları yemin ederim çocuk doğurana kadar özgüvensiz yaşayıp gidiyolar, çocuk olduktan sonra bu kadınlara bi haller oluyo. evrim geçiriyo o dişiler, başlıyolar otobüs, durak, kuaför, bakkal, tuvalet allah ne verdiyse artık, çocuğa anlatıcam diye tüm hayal güçlerini elalemin gözüne kulağına sokuyolar. bi güven geliyo kadına. ilkokulda çıkamadığı o müsamerenin acısını çıkarıyo sanki. bandoya gidemeyen arada çocuğa şarkı söylüyo mesela, arada masaya, koltuğa vuruyo elleriyle. tempo tutuyo kendince. anne olunca ben diyim, seni falan tanımam, benim ego binbeşyüz! tavan tavan.. artık yanıma toplar anlatırım anlatacağımı size. benim sabi de arada ağlar, aksırır, tıksırır.. gözlerine dik dik bakarsa korkma, zarar vermiyolar. ben denedim.

sıra bana geldi, yuppii! şu nadide kaşlarımın şeklini ne olursa olsun ben çok seviyorum, onları değiştirmeyin. sadece şekil verin. sanırım ben bunu saç kesiminde de kaş aldırırken de hep yapıyorum. müdaheleden hoşlanmam! :P al şu kaşı, hesabımız neyse ödeyelim fıstık! kaşlarım alınırken kendimi o koltuğa hiç yakıştıramıyorum. o kadar abes geliyo ki o salon ve o kaş alma koltuğu an bana anlatamam. benim mekanım değil yani. aldırmış olmak için sırf zaruretten gidiyorum ben o dükkanlara. ince narin kaşlarım olsa kapısını çalmam o çok sevgili kuaförlerin. kız kaşlarımı alırken ben onu izliyorum. nasıl alıyo, ne düşünüyo acaba şimdi diye kendimce kafa yoruyorum. o kadar otomatiğe bağlamı ki olayı, sen yoksun sadece o an onun için yolunması gereken bi kaş var. o kaşı da eminim kaş olarak görmüyo. evde yapılması gereken bayram temizliği, kocanın ütülenecek gömlekleri, akşama ne pişirsem sorusu, belki gece giyeceği dantelli iç çamaşırı, kaynanası ile arasındaki bitmek bilmez husumeti, kocanın kaşları ne bilim uzatabilirim bu hayali. sanki kızın sinirlerini almışsın, o kadar dingin ki, o kadar düşünceli... dedim bir ömür böyle geçer mi acaba.. hergün kaş al al al, hergün bıyık yol yol yol.. hergün aynı dükkanı aç, akşama 6 olunca kilit vur kapıya. herşey aynı olsun, gelen-giden bi tek değişsin. onlar da nasılsın diye sormasın, çok inceltme olur mu şekerim desin sadece. tek derdi bu olsun hanımın. ömür boyu kaş almaktansa, arada ağlaya sızlaya kaş aldırmak iyidir dedim kıza parayı uzatırken içimden. duymadı.

not: bu arada nahcivan'da bekar kızlar evlenene kadar kaş bıyık aldırmıyolar. düğün günü kuaförde ilk kez yolduruyolar o kapkalın kaşlarını. gerçekten kalın kaşları var kızların. kaş kardeşliği yapıcam onlarla.


Nazar etme n'olur, yaz senin de olur.

12 Kasım 2010 Cuma

Kavuşmalar İyi de..


iki buçuk saatlik uçak yolculuğu beni nasıl altüst etti anlatamam. Nahcivan'a giderken o kadar sürmüşmüydü, ya da daha az sürmüş gibi hissetmemin sebebi neydi diye bayaa bi kafa patlattım can sıkıntısından. Anadolu Jet'in aylık magazin dergisine göz attım, çengel, kare bulmacaları çözdüm. en arka sayfadaki sudokuları görünce rahat nefes aldım. tamam dedim bu bayaa oyalar beni. 1 tanesini çözdüm. basınç değişiminden mi hangi halttan anlamadım, sinüzit ağrım nüksetti. nasıl başım ağrıyo, çatlıcak meret. göz altlarım yanıyo feci halde. başımı önüme eğemiyorum, sudoku üzgünüm, başka zaman yavrum, dedim. dışarı seyretmeye başladım. bir sürü hayal kuruyorum. bi bulutun içinden geçiyoruz, yeni bir hayale dalıyorum. uçak sola doğru yatıyo, sadece gökyüzünü görüyorum. hoopppp diyorum içimden. kendi kendimi eğlendiriyorum yani anlayacağın. uçak sağa yatıyo, hoop diyorum bu kez aşağıyı, minyatür evleri, dağları, dere yollarını görüyorum. Allahım ne büyüksün sen diyorum biçok kez. arada ayaklarımın yere bastığı ama aslında bunun bi aldatmaca olduğunu bilmem kaç feet havada asılı olduğumu düşüneceğim tutuyo hemen toparlanıyorum. aklım başıma gelince bacaklarımı birbirine kenetlediğimi farkediyorum. ellerimi sıktığımı.. heidi yapma kuzum, herşey kontrol altında diyorum. üç koltuk yanyana, yine cam kenarındayım. esas duruşta. orta koltuk boş. uçta kavruk bi çocuk oturuyor. uçak kalkarken ve inerken bacaklarına hakim olamıyordu. sanki stresini çıkardığı kaynak bacaklarıydı da silkeliyordu onu, daha çıksın korkusu diye. arada başını ön koltuğa yasladı, gözlerini kapadı. sanki uçakta olduğunu unutmaya çalışıyordu. beni bayaa oyaladı bu çocuk diyebilirim yani. yemekler gelince oleyy oldum, açım çünkü. çocuk uçta oturduğundan ilk onun yemeği servis edildi, tam içimden bakalım ilk bana verecekmi diye soruyodumm ki, kendi yemeğini bana uzattı. benimkini bekledi, kendine aldı. aferin len diye söylendim içimden. aferini ben bu tip durumlarda ağlamaklı söylerim. kendi içimde sinema yaşatabilirim yani sana öyle dilim. o kavruk delikanlı yemeğini hangi ara yedi, hangi ara ağzını sildi, hangi ara da suyunu içti hiiiçç anlamadım. dökülen kırıntıları, çatal kaşığın jelatin kağıdı yardımı ile yemek kabına süpürdü. önünde hiç bir iz bırakmadı yemek yediğine dair. allah allah eline ayağına baksan pasaklının biri dersin dedim. hayat ne kadar renkli dedim kendi kendime. sonra minik bi el kitabı çıkardı. yazılarına göz ucuyla bakmak istedim, okuyamadım hay aksi. sanki cep duasına benziyordu ya da böyle ünlü düşünürlerin sözlerini topladığın minik bi kitapçığa. bu uçakta okuyan biri.. dedim? arkamda durmadan ağlayan bi bebe. annesi daha otuzlarına basmamış, uçaktan korkuyo. camın paravanını kapattırdı bana, korkuyorum da ben dedi. bikaç kez söyledikten sonra anladım bunu, hemen kapattım. uçağın kanadı sanki kalçamdan çıkıyor, gökyüzüne ulaşıyordu. tam yanımdaydı. hemen önümde koca motor. uçak hareket edip daha yükselmemişken, motorun kapaklarının arasında dolaşan sarı küçük bi böcek gördüm. psikopat dedim. içimden bağırıyorum, inseneee! baktım, kapaktan içeri daldı bir daha da çıkmadı. böcek istilası olmasın lan sakın dedim, içerde bir sürü bundan varsa, motoru durdururlarsa ya? olmaz mı? Heidi hadi uyu dedim, uykun var senin.. bir gıdım uyuyamadım. müzikçaları çıkardım, abidik gubidik şarkılar dinleyesim geldi. Mansur Ark'tan "sen de bizdensin" şarkısını çaldım bikaç kez üst üste.
Keyifler bozuk ama rahat adamım
Param yok ama bak cebimde kartlarım
Bunu kimse hissetmez hissetse de farketmez
Numaramı yaparım en güzelini kaparım
Şansımı dener çok üstüne giderim
Fırsatlar yaratır gezer eğlenerim
Hayata bir kez geldik bunu biz mi istedik
Çal zurnayı çal sazı hep bu günleri bekledik
Sen de bizdensin buradaysan
Sen de bizdensin oynuyorsan
Sen de bizdesin coşuyorsan
Sen de bizdensin takmıyorsan
Efkardan ofluyorsan pufluyorsan
İçindeki stresi herkeslerden saklıyorsan
Sen de bizdensin dırı nın nımmmmm!!
çok pis gaza geldim bu şarkıyla. kalem buldum çantamda, kağıt bulamayınca anadolu jet'in dergisine notlar almaya başladım. başımı eğince ağrım arttı, onu da bıraktım. çocukluğumu düşündüm. anne ve babamın nikah sonrasında beni bırakıp eve dönerkenki bitap hallerini. Aşkım ne yiyecek on gün diye üzüldüm. savunmasız bi çocuğu arkamda bırakmışım gibi bi suçluluk duydum ki içimde anlatamam. dedim; yok ya, bu sıkça yapılan gel-gitler adamı perişan eder. anıları eşeliyo insan. tam alıştım diyorken bir daha başa sarıyor tüm ayrılıklar. Çok düşünürsen bok olur Heidi dedim kendime. Çok eşelemee..
Sen hiçbir yere ait değilsin Heidi, sen sana aitsin. bunu düşün, bunu düşün.