23 Mart 2015 Pazartesi

Modern İnsan Yaşıyor mu?

Modern insan yaşıyor mu?
Bir film düşünün…Başrolünde bir otomobil var.
Bir aile arabası.
Garajdan çıkıyor, çocuğu okula, anne babayı işe götürüyor; geri dönüyor, bazen uzun uzun yıkanıyor.
Bir de telefon tabii.
Kamera sık sık bu cihazı gösteriyor.
İçinizden “Ne saçma!” diye mi geçirdiniz? Niye? Dönüp kendi hayatımıza baksak…
Yalan mı? Başrolde telefonlarımız yok mu?
Ve saat…
Saatin alarmı çalıyor.Uyanma vakti. Yataktan çıkılıyor. Diş fırçalama vakti. Diş fırçası perdede dişini fırçalayan insandan daha çok yer kaplıyor.
Şöyle bir düşünün…
Abartma mı bu?
Hele televizyonlarımızın evdeki yeri ve değerinin evde yaşayan bizleri nasıl ezdiği gerçeğini de buna eklerseniz…
Veya hayatı yaşamaktansa, TV’den izlemenin heyecanını mesela…
Yönetmenin haksızlık ettiğini söyleyebilir misiniz?
Hayır!
Ama çok boğucu ve alabildiğine soğuk bir film derseniz, bakın işte bu doğru!
Zaten 1989 yapımı bu filmin yönetmeni Michael Haneke de şöyle diyor: “İnsanlar perdede gerçekle karşılaşmaktan hoşlanmazlar.
Tüketilmeye müsait hikayeler isterler.”
***

Sadede geleyim…
Birkaç hafta önce, “Pazar notları”mdan birinde şöyle diyordum…
“Bir gün gelip sahip olduklarımızın hepsini çöpe atsak, sahiplenme duygusuyla sevdiğimiz ne varsa kendi hallerine bıraksak… Boş, bomboş kalırız. Çünkü hep sahip olduklarımızla var olduk ama hiç ‘ol’madık.”
Bunun üzerine sevgili dostum Bülent Korman bir mesaj attı: “Haneke’nin Yedinci Kıta adlı filmini izledin mi?”
Hemen izledim. Girişte sözünü ettiğim film o işte!
Der Siebente Kontinent (Yedinci Kıta) usta yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi.
Kariyer sahibi anne baba ve çocuktan oluşan modern çekirdek ailenin nesnelere ve rutine hapsolmuş hayatı anlatılıyor.
Öyle bir aile ki…
Duyguları var gibi de, aslında yok!..
İlgileri var gibi de, hemen dağılıyor…
İşler tıkırında gidiyor ama aslında anlamsız…
Sonunda nesnelerin tahakkümünden kurtulmaya karar verip her şeyi kırıp dökmeye başladıkları sahneler öylesine sarsıcı ki…
Dikkatinizi çekerim; bankadan çekilen kredi paralarının klozete atıldığı sahnede Cannes film festivali izleyicisi salonu terk etmiş.
Evdeki makinelerin parçalanmasına, “hayat belirtisi” gösteren tek nesne olan akvaryumun kırılmasına falan tahammül eden Cannes seyircisi paraların boşa gitmesine dayanamamış.
***

Merak etmeyin, filmin trajik sonunu aktarmayacağım. Gerekmiyor.
Hep sahip olmuş ama hiç “ol”amamış modern insanı böyle bir durumda nasıl bir son bekler ki?
Nihayetinde metafiziği kovmuş, fiziğe tapmış bir dünyanın orta yerinde debelenip duruyoruz.
Haneke’nin şu sözünü de kaydedip ayrılıyorum: “Her şeyin iyiye gittiğini düşünmek istiyorsunuz ama bu doğru değil


Haşmet Babaoğlu
 

alıntı

30 Haziran 2014 Pazartesi

Anlaşılmak anlaşılmamak kadar rahat


Tanrım suratsızlığıma tahammül edecek ve beni hayret bir şey güleryüzlü zannedecek, beni iyi huylu, beni hayatı değiştirecek denli orijinal bilecek insanları karşıma çıkardığın için sana çok teşekkür ederim. Bir gün hayat(ım) mebzul miktarda değişirse yaptıklarımın neticesinde, biraz da onların sayesinde.




Bana "bu kız tam bir şahsiyet" diyen insanlar için, çünkü kafama bağladığım kolyelerden, gazilyon adet bilezikten kolumdaki ve heybemdeki kelimelerden etkilenip çok cins biri olduğumu zannettiler. Ve onlara sırf bu zanları için ezel ebet minnettar olduğumu hiç bilmediler. Bana nadir rastlanan bir çiçek (öğh), bir iklim (eh), bir kader (ah) gibi davrandılar. Bense sadece yaşadığımı anımsatan sohbetler yapmak istedim.

Tanrım çocukluklarımı affeden bütün yüce gönüllüler için sana müteşekkirim. Benim ne kadar ufak, benim ne denli yarım, benim ne denli kaygılı bir kadın olduğumu anlamayan cümle beşer için. Onları söz oyunlarıyla, metaforla, yazıyla şu ankinden daha muntazam olduğuma inandırdım. Tanrı'm herkes kadar dağınığım, bunu anlamalarına izin vermediğin için... Teşekkür ederim.


Sana ama en çok Tanrı'm, kim olduğumu anlayan insanlar için minnettarım. Yaramı görmeselerdi merhem, kuraklığımı bilmeselerdi bana sağanak olamazlardı çünkü. Yolumda durmasalar pusulamın bozulduğunu, sohbete kalmasalar sesimin kısıldığını anlamazlardı. Bana güneş, bana sıcak, bana Barselona, bana Kaş olmazlardı. Her düşüşümde, her dönüşümde bana katılmazlardı, anlamasalardı. Gözlerimin ortasındaki kartala, avuçlarımdaki balinaya dokunmasalardı. Beni sevemezlerdi. Beni umuda çeviremezlerdi. Görmeselerdi. Gördüler ama, gördüler ki ben bugün olduğum kişiyim. Tanrı’m, sana bu hafiflik için çok teşekkür ederim.


Tanrı’m, sana incelikli ağlayışım, durduk yere alınışım ve bu yaşım için de... çok teşekkür ederim. Fakat bir yandan da, bu yaş ne zamandan beri benim? Hani benim ümitlerim, hayallerim, dualar ile temenni ettiklerim? Hani yirmi altı yaşımın mükafatı, hani benim bir sene evvel iyi işleyen demirim? Bak işimde birinci yılımı doldurdum, bak yüzdüm yüzdüm sonuna geldim başka bir mastırın. Bak taşındım, affettim ve anladım ve bak artık unuttum durgunluğumu. Bak uykusuz kalıp yazdıklarım, bak yaşadıklarımdan arttırdıklarım. Haydi hani benim yapacağıma ant verip planladıklarım? Bu kararsız karışıklık kimin? Ben bu karışıklığı hani tanışıklığın tavsiyeleriyle çözeceğim?


Tanrı'm, sana yoluma gönderdiğin tüm insanlar için teşekkür ederim, tüm hayatlar için. Kimsem bu abiste, nasıl düğümsem, ne biriktirdiysem bu absürt arazisinde yaşamın, onlar sayesinde edindim.


Sana bu tesadüfler için çok teşekkür ederim.


New York


Dilara Omur


Fotoğraf: Frida Kahlo