19 Şubat 2011 Cumartesi

Nefes 2

-derin sevil-

size sırlar vereceğim!
vermek zorundayım yoksa öleceğim!
annem bir seri katil!
banyomuzda cesetler var!
mutfak lavabosunda bile kanlı bıçaklar!
annem teyzeme gitmişti!
gece yalnız uyandım!
naylon poşetlere sarılmış kafaları gördüm banyoda! ve kolları!
çok korktum!
polisi aramaya karar verdim! evde yalnızdım ve heryere dokunmuştum! annemi ihbar etmezsem bütün bunlar benim üzerime kalabilirdi! ama yapamadım! sesler duydum! dışarı baktım! babam şehir dışından geldi! onu dış kapıda karşıladım. annen evde mi dedi! teyzemde dedim. bembeyazdım.
ben de oraya gidiyorum dedi. bir dakika baba dedim! sana anlatmam gereken şeyler var! babam tedirgin oldu. sabah konuşsak daha iyi olur. ben anneni alıp geleceğim. sen de yatağına yatıp uyu. sabah herşey hallolmuş olacak dedi.
dediğini yaptım.

uyandığımda kimse yoktu.
kimsemin olmadığı büyük bir şehirde yalnız yaşıyordum!
annem kilometrelerce uzaktaydı ve onu aylardır hiç görmemiştim! babamı da öyle!
uyandığımda aylardır yalnızdım!
birine aşık olduğumu sandım!
sanıyorum birine aşık oldum!
kolay kolay aşık olacağımı sanmam!
sandım ki mutlu olacağım.
yine uyandım. gereğinden fazla uyumuştum. karnım çok acıkmıştı. üşüyordum. ıslandım.
benim olan şampuanları insanlar çalmıştı. bende başkalarının olan kimsesiz şampuanlara kondum. kokusu güzel olanlara. babam şarap şişelerini ortada bırakmaya devam edersem yurttan atılacağımı söyledi. zaten yemekleri berbat dedim. keşke babama aşık olsaydım. hayat nasıl da kolay olurdu.
falcıya gittim.
kartları ben gösterdikten sonra onun bildikleri neydi?
herşeyi bildi!
küfür ettim!
güzel günler müjdeledi!
biliyordum dedim.
bütün bu kasvete rağmen, bu sıkıcı sanat filmi kılıklı hayatıma, bu donuk hallerime,
bu yalnızlık mahkumiyetime rağmen herşeyin güzel olacağını biliyordum dedim.
ben kendimi biliyorum dedim. görebiliyorum. ve evet artık korkmuyorum. başarılı olacağım. eğer istersem. mutlu olacağım, başarılı olmak istemezsem. delireceğim yalnız kalmaya devam edersem, kendime bin kat daha aşık olacağım delirirsem.
bir vardı bir yoktu. insanlar smith’in matrixdeki kılıklarından başka birşey değildi. binlerce, onbinlerce, aynı yanılsama, aynı amaç, aynı örgü…
şaşırtıcı birşey yaşamak için nereye gitmeliydim?
yada herşeyi çoktan yaşayarak şansımı kayıp mı etmiştim filmlerde, kitaplarda, rüyalarda… herşeyi erken mi tüketmiştim ki durgunlaştım.
geçen ay aşık olduğumu sandım.
sanırım geçen ay aşık oldum.
herşey o kadar alışılageldikdi ki bunun farkı neydi hatırlayamadım.
geçen gün çok güldüm.
ondan önceki gün çok ağladım.
aylardır banyo yapıyorum.
bugün henüz yapmadım.
hayaller kuruyorum, istemsiz, yani aslında hayaller kuruluyor kendi kendine beynimde.
öyle güzeller ki, hepsi benimle ilgili hem de.
öyle güzeller ki, hepsinde nefes alabiliyorum,
hayallerim öyle güzeller ki orada nefes bile alabiliyorum.
nefes bile alabildiğim bir dünyanın hayali kuruluyor beynimde. kendiliğinden. sürekli. öyle güzel ki…

15 Şubat 2011 Salı

Ayna Çerçeveleri



Günden Kalanlar - 4


* nescafe gold ve kaynamış süt. çok az şeker. Çoğu kez karnımı doyurduğunu hissediyorum.

* 4-5 gündür pencere camında bir misafirimiz var. kocaman bir çekirge. nerdeyse bir uçlu kalem büyüklüğünde. kalemi yanına götürüp ölçtüm. hoşgelmiş sefalar getirmiş ama sanırım uyuyo. 

* Hava bugün de pusa dönmüş. Dün bahar geldi sanmıştım oysa. Güneş mutfağın her yanını aydınlatıyordu. 

* En sevdiğim ay Nisan. Bir kızım olsa adını Nisan bile koyabilirim. Ayların en güzel adlısı, Nisan. Çünkü Nisan ayı Mart kadar soğuk değildir, Mart kadar belirsiz değildir. Bi ısınıp bi soğumaz hava. giderek artan sıcaklıklar vardır. Kuzular doğar, çayırlar yeşil ot ve çiçeklerle dolar, gökyüzü masmavi ve şimdi bi ressamın elinden çıkmış gibi tazecik bize bakar. Sanki hava temizleniri yeniden bi doğuş başlar. Sen akşamları biraz ürpersen üzerine ince bi hırka giyersin olur biter. efil efil etekler olur giydiğin giymediğin. hormonal dengen bi hoş olur. Aşkların temeli atılır. için içine sığmaz, sebepsiz için cıvıldar. Nisan.. güzel ay.

* Lise yıllarımda annemle başladığım çay günlerime şimdi tek başıma ve belki de en önde devam ediyorum. Türkiye'de bilirsiniz kaçak çay diye tabir edilen seylan çaylar var, bazen çuvallardan tartıp verirler bazen de sen paketlerle marketlerden alırsın. fakat ben Nahcivan'daki Final marka early grey siyah kutudaki çay kadar güzeline daha rastlamadım. Bildiğiniz o Rize çaylar falan beni kesmiyo zaten, çayı demli içerim. bardak bardak tüketirim. bir kadını itici yapan detaylar başlığı altında bir yazı okumuştum geçen; kıtlama -kırtlama da derler ona- şekerle çay içmesi. ben onu keyif çaylarında hep yapıyorum. özel, sadece içmek için demlediğim çayların hepsi o şekilde hüpletiliyor. hatta Türkiye'den getirdiğim o kırılmış Erzurum şekerleri tükenmek üzere. sadece 3 parça kaldı kabın içinde. ayrıca taa oralardan taa buralara o şekeri taşıdıysam sen bu olayı ne kadar sevdiğimi anla ey okur! hor görme garibi..

* Küçüklüğümden beri yıkanan çamaşırları, özenle asmak, kurutmak, sonra toplayıp katlamak en büyük zevkim diyebilirim. hele ki çamaşırlar yumoş ile yumuşatılmış, mis gibi kokuyorsa.. 

* Belki de çok sık duş aldığımdan, belki ırsi bazı özelliklerden bilmiyorum, saçlarım çok çabuk uzuyor benim. Daha 2 hafta oldu saçlarımı boyayalı yine diplerden beyazlarım pörtledi koca koca. beni bu beyaz saçlar mahvetti sevgili.. :P

* Nahcivan'a geleli 4 ay oldu. 4 ayda izlediğim filmlerin listesini çıkarmaya çalıştım. oturdum defterime tek tek not aldım. benim ismini çıkardığım 60 adet film var şu anda. demek ki geldiğim zamanın yarısında günün 1,5 saatini film izlemeye ayırmışım. Oscara aday olan neredeyse tüm filmleri izleme şansım olduğu için mutluyum. bir tek Biutiful'a ulaşamadım burada. 27 Şubat'a kadar Oscar tahminlerimi ben de buradan yazacağım. Kaça kaç tutturacağımı merak ediyorum çünkü. bu biraz da insanlara çok bilmiş, ukala gelen tavrımı kendi kendime kanıtlama çabam olacak. ben mi az da olsa doğruyu, iyiyi bilmiyorum yoksa siz mi bu durumdan rahatsızsınızın cevabını.. 
izlediğim 60 film içerisinde beni en en etkileyen filmler ise şunlar oldu: Mary and Max, Never Let Me Go, Ponyo, Buried, Blue Valentine, The Machinist, Cyrus, 3 Women, Copie Conforme, The Tree, Welcome To The Rileys  ve Micmacs.

* Never Let Me Go filmindeki o şarkıya duyduğum anda vuruldum. judy bridgewater - never let me go. Judy "darling" derken iliklerine kadar hissediyor kelimeyi. 

* Kış bitiyor ve burada da indirimler başladı.  Türkiye'den getirdikleri paltoları yarıdan da az fiyata satmaya başladı bile dükkan sahipleri. geçen gün ihtiyacım olmadığı halde kendime bir tane siyah militer kabanlardan aldım. cool. :)

* Nahcivan'a geldiğimden beri ne kadar çok film izleyip bilgisayar ve internetle haşır neşir olduysam o kadar az da tv izledim. arada bir "Yaşamdan Dakikalar"a baktığım olurdu. Haşmet Babaoğlu programdan ayrıldığından beri izleyesim gelmiyor programı. demek ki benim için "yaşamdan dakikalar" Haşmet demekmiş. Haşmet'in Hıncal Uluç'a çoğu zaman katlanamadığını, fikir ayrılıklarına düştüklerini, kendini ifade edememekten, başka yerde, başka bir ruh halinde olduğu hissettiğinden dolaı orada olmak istemeyişi  ayan beyan ortadayken daha fazla programa devam etmesi kendisi için eminim ki çok zordu. Haşmet sen hep insan olduğunu hatırlayansın.

* Türkiye'yi yakıp geçen bütün o dizilere şükür ki bulaşmadım. "öyle bir geçer zaman ki" dizisindeki Caroline ve Mete'yi merak edip oturduk bir gün başına, ikinci hafta yine unuttuk. Tek söyleyeceğim bir şeye alışırsan vazgeçmen zorlaşır. ne kadar dışardan bakarsan bir şeye o kadar da eleştirel bakabilir, objektif olabilirsin. Sadece Caroline'e o kadar kızılmasını anlamıyorum. Caroline sadece safi bi salak orada çünkü. Bugün karısına ve çocuğuna bunları yapan adam, yarın pekala sana da alasını yapar. bunu göremeyen bir zavallı kadın O. Unutmayın; bugün başkasına yapılan kötülüğe çanak tutan, yarın o kötülüğün göbeğinde bulur kendini. insanın başkasına nasıl davrandığından kim olduğunu görürsün aslında. sevgi bu kadar yanıltıcı olamaz.

* Son günlerde daha çok aşağıdaki gibi aydınlık ve sıcak bir ev hayali kuruyorum. beyaz renkler, sadelik, huzur..


* Facebook'ta zaytung'un yaptığı espri gibi Yılmaz Özdil olmasa ne paylaşacak bu adam dediğim kişiler var. Özdil bazen duygularıma tercüman olsa da sırf herkes paylaştığı için O'nun yazılarını paylaşmanın yanına bile yaklaşmıyorum. Dün akşam sordum kendime; bu adam bu kadar çatır çatır doğruları bağırırken, nasıl oluyor da birileri bu adamı susturmaya hala çalışmadı? Nasıl başına bişey gelmiyor bu adamın? Meraklardayım..

* Evvelsi gün çocuğun aklını anneden aldığını okudum. doğru mu bu?

Venedik

* İtalya'ya gitme isteğim vardı ama The American ve The Tourist filmlerini de izledikten sonra bu isteğim kat be kat arttı. Öyle ki iki film de içerik olarak vasatın altında olsalar da, sırf o atmosferlere gitmek istediğimden defalarca kez izleyebilirim bu filmleri. Hüzünlü şehir Venedik.. ölmeden önce gelsem sana. Taşan sularında ayaklarımı ıslatsam. Toscana bir bahar sabahında seninle uyansam. Amin. 

  Venedik ve kediler

14 Şubat 2011 Pazartesi

Satranç Dersleri'nden.. -İlhami Çiçek-


 
o yıllar bir ressam tanırdım
gök çizemezdi
yüksek evler yapardı yitik kadın yüzleri- bir gün
o kentin
-tarihsel bir kenttir-
o çarşısındaki hasır iskemleli kahvede
onu bir cenini çizerken ağlar gördüm
bütün öğeleri belliydi ama neden gözsüz
ama neden bir kaleden artmış kapı tokmağı gibi
ıssız ve dokunaklı
diye sormadım çünkü ben
ağlayanları severim ve güzeldir ağlamak
denebilir ki-
bir insan en çok ağlarken güzeldir
vakit de akşamdı dışarda kar vardı
kar yüzyıllardır alabildiğine vardı
insanlar doğar konardı konar göçerdi
sonra o bütün resimlerini yırttı-
birden kaybolmuştu
arıyor diye duydum bir şeyi
çağın unutturmak istediği
belki derin bir gök resmini
ye'si biçen o eşsiz kılıncı gürbüz hamleyi 
 
İlhami Çiçek

Aşk Üzerine

Aşkta, insan sadece kendi yarattığı bir göz yanılsamasından haz aldığı içindir ki, yirmi sekiz yaşında yaratabilecek olan imge asla on sekiz yaşındaki aşk için yaratılan imge kadar parlak, yüce olamaz; ve yaşanılan ikinci aşk daima yozlaşmış gibi görünür. (S.44)

Aşık iki insandan birinin güvenliğini ve mutluluğunu sağlayan şey, diğerinin tehlike içinde olmasına ve hatta aşağılanmasına neden olur. (S.45)

Bir erkek, ulaşılacak yol ne kadar uzunda o kadar aşağılanır; aksine, bu yolun uzunluğu kadın gururunu oluşturur. (S.46)


Güzelliğin de, aşkın doğuşu için gerekli bir unsur olmadığı ortadadır. Çirkinlik bir engel oluşturmamalıdır. Aşık, kısa zamanda, gerçek güzelliği hiçe sayarak, sevgilisini olduğu haliyle güzel bulur. (S.49)

Aşkın doğuşundan önce, güzellik bir belirti olarak gereklidir; kişiyi aşka hazırlayan şey, ona sunulan övgülerdir. Çok yoğun bir hayranlık, en ufak bir umudu bile somut hale getirir. Bir kadın, erkeğini kendisinin nasıl gördüğünden çok, diğer kadınların onu nasıl gördüğüne önem verir. (S.50)

Aşkın, tutkuların en güçlüsü olmasının mantıksal neden şudur: Diğer tutkularda, arzular, soğuk gerçeklerle uyuşmak zorundadır; ama aşk söz konusu olduğunda, arzulara göre biçimlenmesi gereken, gerçeklerdir. Bu yüzden, şiddetli arzulara sahip olan bu tutku, en büyük zevkleri yaşatan tutkudur. (S.53)

Sevmeye başladığı andan itibaren, en bilge insan bile, sevdiği nesneyi, gerçekte olduğu şekliyle göremez. (S.54)

Bir kraliçe ilk adımı atmadıkça, kim ona aşık olmayı aklından geçirebilir ki? (S.57)

Hiçbir şey insanı, müzikten daha iyi bir şekilde aşka hazırlayamaz. (S.64)

Tutku aşkını yaşamaya uygun olmayan erkekler, belki de güzelliğin etkisini en canlı ve güçlü şekilde hisseden erkeklerdir; kadınlardan edinebilecekleri en güçlü izlenim, onların güzellikleridir. (S.73)

Aşk, romanlarda olduğu gibi, ilk bakışta zafere ulaşır. (S.74)

Gözyaşları, gülmenin en uç noktasıdır. (S.104)

Sahip olmak hiçbir şeydir; asıl önemli olan, zevk almaktır. (S.136)

Sevdiğiniz kadınla çok az görüşün ve dostlarınızla şampanya için. (S.142)

Aşk, ancak başlangıcında durdurulabilir. (S.160)

Tatmin edilmemiş bir arzunun insanlar tarafından görülmesine izin vermek, kendini aşağılamaktır. (S.169)

İngiltere’de, kadınların edebi, kocalarının onurudur. (S.182)

İngiltere’de moda bir görevdir, Paris’te ise bir zevk. (S.183)

Hiçbir şey insanı İngilizlere özgü şu iki kusur kadar doğallıktan uzaklaştıramaz: cant ve bashfulness (ahlakın ikiyüzlülüğü ve gururun acı veren çekingenliği). (S.186)

Aramızda, hayatını beraber geçirmek için, bir hizmetçiyi, bilmiş bir kadına tercih etmeyecek hiç kimse yoktur. (S.222)

Kaynak: Aşk Üzerine, Lotus Yayınları

Merhaba Canım

ben az konuşan çok yorulan biriyim
şarabı helvayla içmeyi severim
hiç namaz kılmadım şimdiye kadar
annemi ve allahı da çok severim
annem de allahı çok sever
biz bütün aile zaten biraz
allahı da kedileri de çok severiz


hayat trajik bir homoseksüeldir
bence bütün homoseksüeller adonistir biraz
çünki bütün sarhoşluklar biraz
freüdün alkolsüz sayıklamalarıdır


siz inanmayın bir gün değişir elbet
güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü
çünki ben okumuştum muydu neydi
biryerlerde tanrılara kadın satıldığını


ah canım aristophones
barışı ve eşek arılarını hiç unutmuyorum
ölümü de bir giz gibi tutuyorum içimde
ölümü tanrıya saklıyorum


ve bir gün hiç anlamıyacaksınız
güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüvericek ellerinizden ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seviceksiniz


(zeki müreni seviniz)






Arkadaş Zekai ÖZGER

12 Şubat 2011 Cumartesi

11 Şubat 2011 Cuma

Sek Votka (Neat Vodka) - alıntı-

Sek Votka (Neat Vodka) – Anna Blundy, 2006
Türkçe Çeviri: Kardelen Fincancı, 2010
İthaki Yayınları, 2010

Bir gece geç vakitte Lenin Tepeleri’ne çıkmıştık. Saat sabahın ikisi olmuş olmalıydı ve üzerimde geceliğimin üstüne geçirdiğim uzun samur kürkünden bir palto ve çıplak ayaklarıma giydiğim çizmeler vardı. Altımızda uzanan şehre sessizce baktık ve, “Bu iş yürümeyecek, biliyorsun,” dedim.
Neden bahsettiğimi biliyordu. “Ne yürümeyecek?” diye sorup bütün sorumluluğu üzerime yıkmadı ya da çocukça bir kurnazlıkla, mutlu olduğumu sanıyormuş numarası yapmadı veya bunu ona nasıl olup da yapabildiğimi sorarak suçlayıcı bir tavra da bürünmedi. Sadece, “Tamam,” dedi.
Beni seviyor ve mutlu olmamı istiyordu, onunla ya da onsuz. Ama ben açıklamak istedim.
“Casablanca’nın son cümlesinin ne olduğunu bilmiyorsun” dedim ona, durumu kendi iyiliğim için açıklığa kavuşturma çabasıyla.
“Casablanca da ne?” dedi.
“Kesinlikle” dedim.

Böyle oldu işte. Bir şey olmaması hariç. Hemen gitmedim. Hatta uçakta hemen yer ayırtmadım bile. Bunları hiç söylememiş gibi davranıp her gün işe gittim, her gece Dimitri’yle tatlı Sovyet şampanyası içtim ve bu duygunun yok olmasını bekledim. Ama yok olmadı. Kendi gezegenime dönmek ve kendi insanlarımla olmak istiyordum.




10 Şubat 2011 Perşembe

Yazar Odaları


j.g ballard
 

jane austen

 
roald dahl


rudyard kipling


v. wolf

Tiksinti

-Sema Kaygusuz-

Bir kerecik olsun, babamın neşeyle eve girdiğini görmedim. Ço­cukluğumla ilgili hatırladığım en hüzünlü sahnedir bu: Sokak ka­pısının açılışı, annemin cıvıltılı “hoş geldin”ine yarım ağızla kar­şılık verişi, başını yerden hiç kaldırmayışı…


Akşamları eve döndüğünde, işe giderkenki kamburu biraz daha büyümüş, yüzündeki kara-sarı ten iyice bozlaşmış olurdu. İtalyan yapımı, üstü brandalı askeri jipinden, sabahki gidişine gö­re çok daha bitkin bir halde iner, parmaklarının ucunda tuttuğu si­garayı yere atıp ona bıçak gibi selam veren posta askerini gelişi güzel selamlayarak, ağır ağır gelirdi eve. Bir çocuk, hele bir kız çocuğu olarak, hayal bile edemeyeceğim haki bir dünyanın için­de, kim bilir nasıl bir hayat yaşıyorduysa, yavaş yavaş çürürdü babam. Çocukça bir vesveseyle bu çürümenin benden kaynaklan­dığını düşünür, derin bir suçluluk duygusuna kapılırdım nedense. Yanlış bir şey yaptım, farkında olmadan üst üste kusur işledim sanırdım.

Kalın meşinden dikilmiş kara postallarını ben çıkarırdım aya­ğından. Babamın babam gibi

Ümit Ünal



altyazı dergisi 100. özel sayısı için yaptığı çizim.

Nur Teker Tasarımı Ayakkabılar


9 Şubat 2011 Çarşamba

ne iyiydim ne kötü

Keşke diyorum.. taa üniversite yıllarında bir blogum olsaydı. yaşadıkarımı unutmadan, sıcağı sıcağına, duygularım en doruğundayken anlatsaydım. dönüp okumazdım.

İzmir'den dönmeden önce sayılarca günlüğümü evin içinde yakmak mantıksız ve tehlikeli geldiğinden, koca çamaşır leğenine deterjanlı su doldurup, onun içine bastım. yaprakları şişti, şişti. arada gidip gelip kontrol ettim. yazılar bazısında  hala okunur haldeydi. silinmeyen sayfaları daha dibe ittim. suya mürekkep karıştı. yaşananlar suya yazıldı. arada leğenin başına çömelip onları izledim. yazılar tamamen okunmaz hale gelince, apartmanın önüdeki koca çöp bidonuna savurdum hepsini.

hiç üzülmedim. hiç içim acımadı. kendimi bomboş hissettim. ne iyiydim ne de kötü. geçmişimi orda bırakıp çıktım.

Ünlü Tablolar Sandalye Olursa..




Cihangir’de bir kapının arkasındayım

Yanımda yaklaşık üçyüz film, ikiyüze yakın dergi, birkaç kahkaha, hayatımda gördüğüm en güzel sehpalardan biri, dört gözyaşı, iki kedi -biri sarı,  içine sofra kurabileceğin bir tepsi, biraz “neden aramıyor”, açılınca kocaman olan bir kanepe, üç cevapsız çağrı, bir orkide, bir tost makinesi, bir kavanoz tuz, bir fotoğraf makinesi, yarım litre su, 2 laptop, bir iki kişilik yatak, sarılarını çok sevdiğim el örgüsü bir battaniye, bir Nil Burak / “çok yalnızım”, birkaç “ben demiştim”, 4 brovni gold, 3 “daha tuzlu” çekirdek, içindeki nane

8 Şubat 2011 Salı

-vişnenin cinsiyeti'nden-



"vahşi olan ve beni ölüme kadar sevecek ve aşkın ölüm kadar güçlü olduğuna inanacak ve ebediyen benim tarafımda bulunacak birini istiyorum. beni mahvedecek ve benim tarafımdan mahvedilecek birini istiyorum. sevgi ve muhabbetin birçok biçimi var, bazı insanlar birbirlerinin adını bilmeden bütün hayatlarını birlikte geçirebilirler. ad vermek zor ve zaman alan bir süreçtir; özlerle ilgilidir, güç demektir. ama vahşi gecelerde sizi eve kim çağırabilir? sadece adınızı bilen kişi."


jeanette winterson
-vişnenin cinsiyeti'den-

Güzel Şemsiyelerim Var Hanııımmm..

yağmur yağsa.. aniden. sağanağa çevirse sonra. griye boyansa tüm gökyüzü, güneş saklansa, şimşek çaksa. karanlık silüetler aydınlansa. ben bi şemsiyenin
altına saklanıp dünyanın en güzel verandasına sığınsam. omzuma bi kuş konsa, pır pır ederken anlaşsak, şemsiyemi çok sevse, al senin olsun o zaman desem, yağmur dinince gagasına alıp gitse..

7 Şubat 2011 Pazartesi

Arkabahçe Rüyası..

Ama bu işte çok ciddi bir haksızlık vardı ve malesef senin hiç kabahatin yoktu. Seni orada öylece gördüğümde hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını anladım. Tanrının varlığının kanıtı karşımda duruyordu işte. Otuz saniye içinde seninle evlenmek zorunda olduğumu fark ettim. Bir kaç dakika içinde de başka türlü yaşanamayacağından emin oldum. Hayır hayır, ilk görüşte aşk falan değildi bu. Bir kaç kere ilk görüşte aşık olduğum olmuştu geçmişte. Bu ilk görüşte mecburiyetti, ilk görüşte

5 Şubat 2011 Cumartesi

Belalı Şiir..

Şimdi sen karşımda öylece dururken,
Bakmayışından kırk başka anlam çıkaran ben,
Yanılıp da baksaydın bir kez kafanı kaldırıp
Sevincimden muhtemelen aklımı yitirirdim..

Kafan ki nasıl güzeldir üç duble çaydan sonra
Gözlerin, kim bilir..
Yok yok gözlerinden hiç bahsetmemem lazım.
Daha önce bana baktıkları gibi bakıyorlarsa sağa sola
Yok dedim, gözlerinden bahsetmemeliyim.

4 Şubat 2011 Cuma

Zeki Demirkubuz Sineması - Yazgı

Zeki Demirkubuz’un “Karanlık Üstüne Öyküler” başlıklı üçlemesinin ilk filmi “Yazgı”, insanların eylem içerisinde var olduğu günümüzde, eylemsizliğiyle dikkat çeken anti-kahraman “Musa”nın sıradışı yaşamını anlatıyor.



Filmde, gümrük muhasebecisi olarak çalışan Musa’nın (Serdar Orçin) sıra dışı yaşam öyküsü anlatılıyor. Hayattan hiç beklentisi olmayan Musa, karşı karşıya kaldığı birçok olayda, diğer kişilerden farklı tepkileriyle dikkat çeker. Örneğin, çok sevdiği annesinin ölümünü aldırmaz bir tavırla söyler, çalışma arkadaşlarına. Hatta bu ölüme sevinir bile. İşyerinden bir kızın (Zeynep Tokuş) evlenme teklifine kayıtsız bir şekilde “evet” derken, sonrasında patronu ve karısı arasındaki ilişkiyi keşfettiğinde verdiği tepki de beklenenin uzağındadır. Popüler kaygılar karşısında ödün vermemesi, ‘derin’ konulara eğilmesi, her filminde mutlaka görünmesi gibi tipik özellikleriyle, izleyicisi tarafından ‘kod’ları bilinen bir Zeki Demirkubuz sinemasından bahsetmek mümkün. Özellikle Antalya’da izlediğimiz ve birbirini bütünleyen “üçleme’nin iki filminden “Yazgı” ve “İtiraf”ta, yoğunlaştırılmış bir felsefi arka plan bulmak mümkün. Karakterler, biraz da bu arka planın temsilcisi olmaları bağlamında değer kazanıyorlar Zeki Demirkubuz sinemasında. Yazgı’nın Musa’sı (Serdar Orçin) için de bunlar geçerli kriterler
Demirkubuz, “Yazgı”da çok temel bir durum ve duruşu sinemaya taşıyor: Eylem ağırlıklı bir hayatın örgütlendiği, insanların eylem içinde kıymet kazandığı günümüzde, eylemsizliğin de bir değer olabileceği gerçeğini. Bir gümrük muhasebecisi olan Musa’nın sıklıkla kullandığı “Fark etmez” kelimesi, aslında bu eylemsizliğin en güzel ifadesi olsa gerek. Musa’nın ev, iş ve aşk yaşamındaki kayıtsızlığı ve yoğun bir yalnızlığın içerisinde durumdan haz alır hali, her ne kadar ona diğer karakterlere göre bilge bir konum kazandırsa da trajik bir halden pek de uzak görünmüyor. Musa’nın ‘eylemsizliği’, etrafındaki diğer karakterlerin ‘eylem’lerini de anlamsızlığa mahkum ediyor. İkiyüzlü ilişkilerin yaşandığı bir dünyanın eşiğinde bilinçsizce (ya da bilinçli bir eylemsizlikle) duran Musa’nın etrafında, girmeyi reddettiği kirli bir yaşam hüküm sürüyor. Aslında bu kontrastta, Demirkubuz’un yapmak istediği de “eylemin anlamsızlığı”nı anlatmaktan başkası değil.

Felsefi arka plana güçlü göndermeler içeren bir film, “Yazgı.” Demirkubuz, filmde, düşünce planında yakaladığı derinliği, sinemanın imkanları açısından görsel metafor zenginliğine ulaştıramamış. Bu bağlamda “Yazgı”yı, izleyici açısından sinema tadını da alabileceği bir film olarak düşünmek zor. (Hüseyin Sorgun / İstanbul

(http://212.154.21.40/2001/11/12/kultursanat/kultursanatdevam.htm)










Bir başka alıntı da Karabiber rumuzlu kişden geliyor. İnternet adresi de şu:
http://forum.divxplanet.com/index.php?showtopic=157837
Annesi ile birlikte yasayan ve bir gümrük şirketinde çalışan Musa, hayata karşı “kayıtsız” biridir. Annesinin ölümü karşısında hiçbir tepki göstermez ve iş arkadaşı Sinem istedi diye onunla evlenir. Patronunun Sinem ile olan ilişkisi karşısında da oldukça kayıtsızdır. Öldürmediği üç kişinin cinayetinden yargılanır ancak suçsuz olduğunu bile söylemez ve de idama mahkum edilir.


Zeki Demirkubuz’un “Karanlık Üstüne Öyküler” üçlemesinin ilk filmi olan “Yazgı”, Albert Camus’nün varoluşçu romanı “Yabancı”dan esinlenerek yapılmış bir filmdir. İnsanın yazgısı üzerine odaklanır. Filmin kahramanı Musa, Camus’nün kahramanı Mersault gibi hayata karşı kayıtsızdır ve sadece yazgısını yaşar. Yaşama dair tepkileri “fark etmez ve bilmem işte öyle”den öteye geçmez. Hayattan hiçbir beklentisi yoktur ve bu yüzden hiç acı çekmez. İnsanların iyi yanları kadar kötü yanlarını da kabul eder ve “kötülük” ile yapılan edimleri yargılamaz.


Musa, Camus’nün “Sisifos Söyleni”nde anlattığı “uyumsuz karakter” (absurd hero) olan Sisifos’a benzer. “Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkum etmişlerdir; Sisifoskayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep.” Uyumsuz insan, evrenin mantığına aykırılığını, tutarsızlığını anlamış, her şeyi olduğu gibi gören, bilinçli insandır. Musa da Sisifos gibi, Mersault gibi “uyumsuz insan”dır. Yazgısını kabul etmiştir ve ona uygun olarak yaşar.


Toplumun ahlak anlayışının sorgulandığı filmde yönetmen özellikle Musa ve cezaevi savcısı arasında geçen diyalogla evrensel değerleri, iyi ve kötüyü tartışır. Cezaevi savcısı, Musa’nın suçsuz olduğu halde neden kendini savunmadığını ve neden annesinin ölümüne üzülmediğini merak etmektedir. Musa ise kendini suçlu hissetmediğini ama suçsuz da hissetmediğini söyler. Ona göre insan ben suçluyum diyebilir ama ben suçsuzum diyemez. Ve bir itirafta bulunarak, patronunun ailesini cinayetin işlendiği gün öldürmek istediğini söyler. Onları öldürmemiştir çünkü değişen bir şey olmayacaktır.


Kahramanın her yaptığı (yapamadığı) hareketin, verdiği (veremediği) her tepkinin etik sonuçlarını didikleyen, insanoğlunun yaşamla olan bağının bıçak sırtında gezinen doğasını irdeleyen ve olaylar karşısında takındığımız tavırların ne kadar ‘anlamsız’ olduğunu söyleyen yönetmen, hayat denen ‘zaman dilimi’nde, uğruna yaşanacak ve savaşılacak pek de bir şey olmadığını vurgular. Zeki Demirkubuz, filmlerinin temel izleklerinden olan kader olgusunu irdelediği bu filmde insanın daha çok bir kader gibi yasamak zorunda olduğu kişiliğini anlatmaya çalışır.


“(Film) sevgisizlik ve kayıtsızlık üzerine kurulu. Televizyon haberlerinde gördüğümüz yakınını kaybetmiş bir insan kameralar kendisine döndüğü zaman tepkisini birkaç katına çıkarıyorsa bence bu gerçek bir acıdan çok bir rolü tarif ediyor. ‘Yazgı’ bu klişelere karşı bir film.” Annesinin ölümü üzerine rahatlama duyan ve bunu çekinmeden etrafındaki insanlara söyleyen Musa, toplumsal ve ahlaki değer yargılarına aldırış etmez, rol yapmaz. Cinayetten yargılanırken, herkesin annesinin ölümüne üzülmemesi ile ilgilenmesine tepki duyarak, “annemin ölümüne üzülmememden dolayı mı yoksa cinayetten dolayı mı yargılanıyorum?” diye kendine sorar.


Yazgı’ ve ‘Yabancı’ arasındaki benzerliklere ve farklılıklara, öykü analizi yaparak bakıldığında Demirkubuz’un yaptığı uyarlamanın Dostoyevskici bir felsefi yaklaşım içerdiği ortaya çıkmaktadır. Çünkü yönetmen ‘Yazgı’da Camus’nün ‘Yabancı’ adlı romanının ikinci bölümünü fazla dünyevi ya da politik bularak, farklılaştırmaktadır. Romandaki Mersault uyumsuz bir karakteri duyumsatmanın yanı sıra, Camus’nün politik başkaldırışının temellerini atmaktadır. Bu başkaldırı, toplumsal ya da ahlaki değerlerin ikiyüzlülüğü üzerinden şekillenmektedir. Mersault, bir Arap’ı öldürdüğü için tutuklanmakta ama annesinin ölümü karşısında takındığı kayıtsız tutum gerekçe gösterilerek yargılanmakta ve cezalandırılmaktadır. Verilen idam cezası, Camus için toplumsal ve ahlaki normların tutarsızlığını gösterebilmek ve tüm insanlığı suçlayabilmek adına bir fırsattır. İdam ya da insan öldürmek, adalet adına girişilen ve Tanrısal olma adına atılan bir adımdır. Ancak, bir insanın başka bir insan üstünde adalet ya da özgülük adına egemenlik kurma isteği, ne kadar masum olursa olsun eğer ölüm ya da öldürme ile sonuçlanıyorsa, bu Camus için kabul edilemez bir durumdur. İşte Camus, romanın ikinci bölümünde Mersault’a işlettigi cinayet yardımı ile, bu kabul edilemez durumu anlatma amacı taşımaktadır. ‘Yazgı’da ise, Demirkubuz, uyumsuz bir karakter yardımıyla varolan toplumsal ve ahlaki normları eleştirse de, filmin ana karakteri Musa’yı, iftira sonucu bir cinayetin faili haline getirmektedir. Musa da Mersault gibi annesinin ölümü karsısında kayıtsız kalmakta, bunu davranışlarıyla da göstermekte ve tam da bu nedenle, işlemediği bir cinayet ile suçlanmaktadır. Musa, tüm toplumsal ve ahlaki değerlerin karsısında konumlanmakta ve bu konum onun cinayetle suçlanmasını kolaylaştırmaktadır. Bu yolla, yönetmen, Camus gibi toplumsal ve ahlaki açmazlıkları eleştirmektedir. Ancak, Musa atılan iftiradan, iftirayı atan patronunun yaşadığı vicdan hesaplaşması sonucu yaptığı itiraf ile kurtulmakta, yaşamına kendini aldatan, suçlayan ve yadırgayan eşi, komşusu Necati ve onun eşi ile her şeyi kabullenerek devam etmektedir. Mersault uyumsuzluğu gereği sonuna kadar başkaldıran, başkaldırdığı için de idama mahkum edilen ve hiçbir zaman boyun eğmeyen bir adam iken; Musa, uyumsuz ve başkaldıran ama Tanrısal kaderin çizdiği yoldan ya da rastlantısallığın belirleyiciliğinden de çıkılamayacağını anlayan ve buna hala uyumsuz gibi görünse de boyun egen bir adamdır. Filmin sonunda Musa’nın iç sesi de bu tespiti kanıtlamaktadır. Hala uyumsuzdur ama hayatın kendi kontrolü dışında akıp gittiğini kabullenmektedir:


“Sonra yatıp seviştik. Sabaha karsı uyanıp kalktım. Pencereyi açıp sokağı seyrettim. Birden her şey artık sona eriyormuş gibi geldi ve uzun zamandan beri ilk defa annemi anımsadım. Bu uzun ve saçma yıllardan sonra, o gece ölüm o kadar yakınken neler hissetmişti acaba, aklından neler geçmişti, diye düşündüm. O an içimde bir şeyler kımıldanır gibi oldu. Heyecanlanıp dinledim ama ruhum hala bomboştu.”






Öyküde ki bu temel değişiklik, Demirkubuz’un, Dostoyevski gibi, hiçbir şeyin Tanrısal gidişatı değiştiremeyeceğini düşünmesi ya da maddi varoluşun metafizik bir nedeni olduğuna inanması ile ilgilidir. İki metin arasında karakter analizleri yoluyla yapılacak bir karşılaştırma da, öykü analizi ile yapılan karşılaştırma sonucu elde edilen bilgileri onamakta, Demirkubuz’un felsefi yaklaşımı anlamayı kolaylaştırmaktadır.


Camus, sürekli tekrarlandığı üzere, ‘Sisifos Söyleni’nde, önemli olan uyumsuz keşifler değil, onların sonuçlarıdır diyerek, tüm varoluşçuların aynı uyumsuz keşiflerden hareket ettiklerini; ancak sonunda açıklayamadıkları uyumsuzluğun nedeni olarak Tanrı’ya gittiklerini söylemektedir. Ancak Camus, böyle yapmadığı, başkaldırı felsefesini ortaya koyarak, uyumsuzun taraflarını sonuna kadar yaşattığı ve uyumsuza boyun eğmediği için, kendini varoluşçulardan ayırmaktadır. Birinci bölümde ayrıntıları ile anlatıldığı gibi, Tanrı’nın varlığı, felsefi bir umut barındırmaktadır. Tüm her şeyin açıklandığı başka bir dünyanın olduğu ihtimali, bu dünyada yaşananları değersizleştirmektedir. Dolayısıyla, bu insanın somut olarak duyumsayabildiği dünyanın; kısaca uyumsuz taraflardan birinin ortadan kaldırılmasıdır ki bu, uyumsuzluk durumunu da ortadan kaldırmaktadır. Oysa ölüm vardır ve ölümsüzlük gibi insanın kendi duyu organları ile fiziki olarak algılayamadığı, akıl yürütmesi sonunda da, insani bir açıklamada bir araya getiremediği fizik ötesi, belirsiz bir durumun, dünyanın ya da yaşantının varlığına inanarak, bu dünyanın doyasıya yaşanması engellenmektedir. Camus’e göre dünya anlamsızdır, eylemlerin uyacağı, hiçbir üst değer ve yasa yoktur, o zaman ölümden (intihar) başka çare yoktur diyenler yanılmaktadır; çünkü ölüm varsa hayat daha da yaşanası olur, olmalıdır. Önemli olan, bunu duyumsadıktan sonra yaşamak, yaşamak, daha fazla yaşamaktır. Mersault’un hapisteyken “anladım ki dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, ceza evinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı.” derken kastettiği şey, insanın özgürlüğünün şimdilerin ardarda sıralandığı bir hayatta, en çok eyleme isteminde ya da niceliksel ahlakın içinde yattığı, ölüm varsa yaşamın her anının daha kıymetli olduğudur. Tam da bu noktada ‘Yabancı’nın, ‘Yazgı’nın sonu ile ayrılan noktasının, Camus için ne anlama geldiğini açıklamak gerekmektedir. Ancak bu şekilde Demirkubuz’un romanı farklılaştırma amacı daha iyi anlaşılabilir. Camus, uyumsuz bir karakterin hayata karşı duruşunu somut olarak betimledikten sonra, romanın ikinci bölümünde karşı olsa da Mersault’a cinayet işletmektedir. Aslında karşı olduğu bir şeyi yaptırmadaki amacı, egemen olan tüm ahlaki değer ve kuralların ikiyüzlülüğünü ortaya koymaktır. Mesault, cinayet yüzünden değil de, annesinin ölümüne bile üzülmeyecek kadar yabancılaştığı değerlere uyum sağlamadığı için suçlu bulunmaktadır. Camus, metafizik başkaldırının Sade ile başlayan, Dostoyevski’nin İvan’ı ile devam eden ve Nietzsche ile son bulan uslamlamasının, Tanrı’yı yok ederek yarattığı değersizliğin öldürmeyi haklı çıkarır hale geldiğini, bunun en iyi örneklerini ise tarihsel başkaldırının figürlerinin verdiğini söylemektedir. Hiçbir değerin belirleyici olmadığı yerde, tarihin en büyük güç olduğunu söyleyen kuramların (Hegelci yaklaşım) büyüsüne kapılan birçok kişinin, bu kuramların öngördüğü ütopyaları gerçekleştirmek adına, var olmayan; ama varolacağı vaat edilen bu ütopyalar adına koyulan kurallara ve ahlaki değerlere, uyanlar ya da uymayanlar diye sınıflandırıldıkları görülür. İnsan eylemlerinin referansı haline gelen bu değer ve kurallara uymayanların, suçlu olarak ilan edilmesi de kaçınılmazdır. Bu ahlaki değer ve kurallar adına, cinayet işlenmesine bile göz yumulur ve hatta bu kural ve ahlaki değerler adına -ki bu kural ve ahlaki değerler adalet temelinde kurulacak özgür bir birliğin kuralları bile olsa- idam, bir yaptırım olur. Geleceği vaat edilen özgürlük ve adalet uğruna, insanların en büyük özgürlüğü olan yaşama hakkı elinden alınır. İşte Camus, Mersault’a cinayet işleterek bu ikiyüzlülüğü tartışmaktadır. Mersault, tüm egemen değerlere yabancıdır. Üstelik ne olursa olsun, bu değer ve kurallara uymamakta da kararlıdır. Tüm suçlamalar da, bu durum esas alınarak yapılmaktadır. Hatta bu durum dışında hiçbir şey; işlediği cinayet dahi tartışılmamaktadır. Bu, geleceği varsayılan, adaleti ve özgürlüğü temel alan bir birliğin, değerlerine ve kurallarına şimdiden uyulmasının cinayeti bile görmemezlikten gelecek kadar önemli olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Camus, Mersault’a işlettiği cinayet ile nicelikel ahlakı esas alan, uyumsuz bir karakterin eylemlerinin niteliğine değil de niceliğine önem vererek bir ömür boyu yaşamasının mümkün olmadığını da göstermekte ve kendi başkaldırı felsefesine zemin hazırlamaktadır. Çünkü niceliksel ahlak, en çok eylemeyi ve en çok yasamayı öğütlemektedir. Ölümün varlığı karsısında insanın yapması gereken budur; ancak ölümsüzlüğün ve Tanrı’nın olmadığı bir yerde uyulması gereken bir yasa da yoksa eylemler, sonuçları açısından hep
aynıdır. Öldürmek ile öldürmemek aynı kapıya çıkmaktadır. Uyumsuz bir uslamlama ile gelinen bu noktada, Camus’e göre, öldürme ya da intihar, uyumsuz taraflardan biri olan insanı ortadan kaldırdığı için uyumsuzu da ortadan kaldırır; oysa yapılması gereken bu keşifleri sonuna kadar taşımaktır. İşte ne yapılması gerektiğini anlatacak olan Camus için bu cinayet, bir çıkış noktası olmaktadır.






Demirkubuz, filminde romandaki gibi cinayet isleyen bir karakter yerine, iftiraya uğrayan bir karakteri kendine konu yapmaktadır. Burada sorulması gereken soru, niye başka bir hikaye ile değil de, ‘Yabancı’dan esinlenerek bunu yaptığıdır. Bunun ilk sebebi, yönetmenin, uyumsuz bir karakterden yola çıkarak Camus’nün bahsettiği ahlaki değer ve kuralların anlamsızlığını, ikiyüzlülüğünü ortaya koymayı amaçlamasıdır. Musa, cinayet işlemese de, cinayet islediği söylenerek iftiraya uğramaktadır. Bu iftiranın yapılabilirliğini kolaylaştıran, Musa’nın annesinin ölümü karsısındaki tavrıdır. Bu tavır, verili değer ve kuralların karşısında konumlanmaktadır. Üstelik Musa, bunu açık sözlülükle dile getirmekten de sakınmamaktadır. Sistem, kendi değerlerine ve kurallarına uymayan birini hemen suçlu bulmaktadır. Yönetmen böylece, ‘Yabancı’ sayesinde, verili değerler karşısında konumlanan uyumsuz bir karakterin durumunu, somut bir örnekten yararlanarak sinemaya taşır. Burada açıklanması gereken esas nokta ise -ki bu nokta, Demirkubuz’un Camus’den farklılaşması ile ilgilidir- verili kural ve değerlerin karşısında konumlanan Musa’nın, çoğunluğun alışkanlıklarına uymadığı için kendini suçlu bulması, işlemediği bir cinayet uğruna hapiste yatmayı göze almasıdır. Musa, ben buyum demekte, uyumsuz biri olması nedeniyle de suçlanmasını kabul etmekte, yazgısının bu olduğunu düşünmektedir. Böylece, yönetmen, insanın kendi uslamlaması sonucu duyu organları ile duyumsayamadığı bir varlığın, çizdiği varsayılan bir hayat çizgisini kabul etmektedir.Musa, uyumsuzluğundan vazgeçmediği gibi, bu nedenle suçlanmasına da göğüs germekte, Nietzsche’nin değimiyle İsa gibi gerçek kötülük karşısında boyun eğmektedir -ki Dostoyevski de bu İsa’ya boyun eğmeyi öğütlemektedir. Bu çileciliktir ve Tanrı’nın varlığının kabulüne yönelik bir kanıt içermektedir. Sonuç olarak yönetmen, ‘Yabancı’ sayesinde daha net bir şekilde betimleyebildiği uyumsuzluk durumu ile sistemin ikiyüzlülüğünü ve aldatmacalarını gözler önüne sererken, bunun bile bir yazgı olduğunu kabul ederek, Tanrı’nın varlığını kabul etmekte ve Dostoyevskici tutumunu yinelemektedir. Musa, isminin de çağrıştırdığı üzere ilahi olanı simgelemektedir. Filmin sonunda, Musa’nın iftiranın bir vicdan hesaplaşması sonucu ortaya çıkması ile hapisten kurtulması, eve dönerek kendini aldatan bir kadın ve kendinden olmayan bir çocuk ile hayatına devam etmesiyle, uyumsuz da olsa insanın yazgısına boyun eğmekten başka çaresi olmadığını söylemektedir. Sistem tüm yasa ve kuralları ile işlemekte, her ne olursa olsun ‘ilahi’ adalet kendini göstermekte, her şey kaldığı yerden devam etmektedir. Bir yandan sistem eleştirilmekte, bir yandan da Tanrı’nın (rastlantısallığın belirleyiciliği) varlığı kabul edilmektedir. Bu, Dostoyevski’nin Alyosa ile somutlaştırdığı varoluşçu söylemi ile bire bire örtüşmektedir. Zaten yönetmenin bir söyleşisinde dile getirdiği üzere de Camus, ona göre fazla politik ve dünyevidir. Kendi ise maddi olmayanı da önemsemektedir:


“Kahramana cinayet işletmeyişimin iki sebebi var: Birincisi teknik bir şey. Tuhaf kaçabilir ama en sevdiğim romanlardan biri olmasına rağmen Yabancı’nın cinayetin gerçekleştirildiği yerden sonrasını zayıf bulmuşumdur hep. Derin bir anlama çabasına rağmen Camus’nün tavrı dünyalı bir tavır. Önce komünist partiye, sonra daha hümanist mücadelelere girmiş, dünyanın verili durumları içinde adalet arayışı olmuş biri Camus. Böyle olunca da romanın birinci bölümünde ortaya koyduğu ruh halini, ikinci bölümde fikirlerini deklare etme adına dünyevileştirmiştir. Camus kahramanını idam cezasına mahkum ederek onun mazlumluğuna yoğunlasıyor; hatta idam cezasını bile sorgulamış oluyor böylelikle. Ama bu sefer o cezayı verenlerin ruhuna haksızlık oluyor bence… ben cevabını verememe pahasına bile olsa sorgulamayı ve şüpheyi önemsiyorum. Çünkü ele aldığım konular maneviyatla ilgili ve bu konu, neden sonuç ilişkileriyle anlaşılacak bir konu değil. İkinci sebebim ise, kahramanın annesinin ölümüne üzüntü duymaması hatta sevinç duyması meselesini ön plana çıkarmak istemem. Hayatımızı yönlendiren sistemin, büyük yasaların, hayat bilgisinin suçsuz bir insanın bir anlık hissedişi karşısında nasıl alabora olduğunu, nasıl darmadağın
olduğunu gösterebilmem için bana imkan tanıyan bir duygu durumuydu bu.”



17/03/2010




Kaynakça
1- http://www.imdb.com/title/tt0287803/
2- Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, İstanbul, Can Yayınları,2004,
3- Murat Özer, “Yazgı”, TÜRSAK Sinema Yıllıgı 2001/2002,
4- Camus - (2004). Baskaldıran İnsan (çev), Can Yayınları, 2004,
5- http://www.demirkubuz.com/yazgi.html