18 Haziran 2008 Çarşamba

kim silinmek ister ki bir hafızadan?

Abidik gubidik fotoğraflarım geçti elime. Bir karton kutuda harman olmuş on yaşım, yirmibeş yaşım, onaltı yaşım... Birinde saçlarımı kendim örmüşüm. Örüklerimin biri kalın biri ince. Önlüğümün üzerindeki beyaz yakam tertemiz. İlkokul üçüncü sınıfta olmalıyım.

Birinde upuzun saçlarımı kestirmeden önce çektirtmiş annem. Siyah beyaz bir fotoğraf. Yukarıda bir yere baktırıp yandan çekmiş fotoğrafçı. Pek ulvi, pek Cahide Sonku duruyorum. Belime gelen saçlarım az sonra kalın bir örük olarak babaannemin sandığında saklanmak üzere kucağıma bırakılacak. Ve ben ertesi gün yatılı okula doğru yola çıkacağım. Babamla uzun bir tren yolculuğu yapacağız. Beni bekleyen okula doğru kanatlanırken annem arkamdan ağlayarak su dökecek...

Bir başka fotoğrafta saçlarım “Ajda” modeli kesilmiş ve nedenini kesinlikle anlayamadığım bir beğeniyle baklava kesimli beyaz bir küpe takmışım. Pantolon askılarım var ve şalvar pantolonumun altında da espadrillerim. Yazık olmasa yırtıp atacağım aman kızım görmesin diyerek ama bu sirk görünümlü seksenli yıllarımıza da kıyamıyorum öte yandan.

Acıklı bir komiği var o hallerimizin... Büyük hatıra! Üniversite birinci sınıf kimliğimdeki vesikalık ise tek kelimeyle korkunç. Perma modasına uymakla kalmayıp, fotoğraf karesinin tamamını kaplayan saçlarımın arasına Rosinate (Don Kişot’un eşeği) kadar küpeler yerleştirmişim. İri bir fino gibiyim ve büyük ihtimalle çok güzel olduğumu düşünüyorum. Giderek değişen hallerimin arasındaki çocuk suretlerime içim acıyor baktıkça. Nasıl savunmasız, meraklı ve sevinçli görünüyorum. Her şeyden habersiz...

“Kutular kutular içinde ömrümüz saklı” diyordu Ferhan Şensoy bir oyununda... Atılmıyor, olmuyor işte... Nasıl çöpe gider şu güzelim Tayland fotoğrafları, şu sarı tişörtlü, meyve suları ve kahkahalarla baki kalan o kısacık mutlu an? Ya da Venedik’te soğuk ama güneşli bir Pazar sabahını pembe kaşkolüm, çiçekli pencereler ve gondolcunun nike ayakkabılarıyla ölümsüzleştirmiş şu fotoğrafa kıyılır mı? Ya şu üç ayrı duvak? Arsızlık mı acaba bu fotoğrafları da saklamak? Geçmişi kör bir makasla oymak mı acaba tutarlı olan davranış?

Eski sevgilerin, eski sevgililerin varlığına tahammülsüzlük, çocuksu istekler getirir beraberinde malumunuz... Ondan bahsetme, ona ait hediyeleri yok et, onunla olan fotoğrafları yırt... Geçmişinin o bölümünü kesip at! Hiç yaşamamış ol! “Onu benden çok mu sevdin?” soruları gelir ardından. Onunla gidilmiş kentlere, onunla görüşülmüş arkadaşlara, onunla dinlenilmiş şarkılara kesin yasaklar getirilir sonra... Bir önceki kişi hep merak edilir, sorgulanır, didiklenir, bir hayalete can veren endişeler ve kıskançlıklar sonunda bir ilişkinin ölümüne sebep olur... Eeee ne olacak şimdi bu ilişkiden kalanlar? Kim silinmek ister ki bir hafızadan, bir adres defterinden, bir anılar topluluğundan? Birini sevmek geçmişini silmekle sildirmek istemek demek değil artık öyle iyi biliyorum ki...

Hani binlerce minik fotoğraftan oluşan bir kolaj şekli vardır. Uzaklaştıkça o binlerce fotoğrafın bir insan yüzü oluşturduğunu fark edersiniz... Hani Truman Show isimli filmin afişi de böyleydi. Film boyunca gördüğümüz yaşamından binlerce kare Truman’ın bir portresini ortaya çıkarıyordu...Bütün küçük, dünyevi, boş işlerden ve kendimizden bir parça uzaklaşıp uzaktan baksak kendimize... Geçmişimizle, anılarımızla, sevdiklerimizle, küstüklerimizle... Hepsi bizi oluşturmuyor mu nihayetinde? Yırtılıp atılan her fotoğraf suretimizden eksilen bir parça değil mi aslında?..

İclal Aydın

Hiç yorum yok: