-Sema Kaygusuz-
Bir kerecik olsun, babamın neşeyle eve girdiğini görmedim. Çocukluğumla ilgili hatırladığım en hüzünlü sahnedir bu: Sokak kapısının açılışı, annemin cıvıltılı “hoş geldin”ine yarım ağızla karşılık verişi, başını yerden hiç kaldırmayışı…
Akşamları eve döndüğünde, işe giderkenki kamburu biraz daha büyümüş, yüzündeki kara-sarı ten iyice bozlaşmış olurdu. İtalyan yapımı, üstü brandalı askeri jipinden, sabahki gidişine göre çok daha bitkin bir halde iner, parmaklarının ucunda tuttuğu sigarayı yere atıp ona bıçak gibi selam veren posta askerini gelişi güzel selamlayarak, ağır ağır gelirdi eve. Bir çocuk, hele bir kız çocuğu olarak, hayal bile edemeyeceğim haki bir dünyanın içinde, kim bilir nasıl bir hayat yaşıyorduysa, yavaş yavaş çürürdü babam. Çocukça bir vesveseyle bu çürümenin benden kaynaklandığını düşünür, derin bir suçluluk duygusuna kapılırdım nedense. Yanlış bir şey yaptım, farkında olmadan üst üste kusur işledim sanırdım.
Kalın meşinden dikilmiş kara postallarını ben çıkarırdım ayağından. Babamın babam gibi değil de sadece asker gibi koktuğunu düşünürdüm o zaman. Toz, ter ve demir… Ülkenin dört bucağına yapılmış askeri lojmanlarda, orduevlerinde, kamplarda, garnizon gazinolarında gördüğüm her üniformalı erkek, toz, ter ve demirden yoğrularak yapılmış tek bir erkeğin bin kere çoğaltılmış kopyasıydılar. Onların arasında sırtından tanırdım babamı. Sırtıyla dünyayı iteklerdi.
Üniformasını çıkardığındaysa daha bir zayıf görünürdü gözüme. Sahi, çok zayıftı eskiden. İştahsızca kaşıkladığı yemeğini güç bela bitirir, erkenden yatardı. Pikniğe ya da plaja gittiğimiz zamanlarda ise, sırtı daha bir genişler, konuşkan bir adam yerleşirdi içine. Nazım’dan şiirler okur, Kaygusuz Abdal’dan her keresinde hep aynı dizeyi mırıldanırdı. Denetleme, tatbikat veya nöbet gibi görevlerin olmadığı ender hafta sonu tatillerinde, sivil hayatının zarfıydı şiir. Tarih ve felsefe bilgisiyle kıyaslanınca edebiyattan pek anlamıyor olsa da, kendi derdini açığa vuracak şiiri mırıldanacak denli edebiyata yakındı.
Huysuzluğuyla tanınırdı daha çok. Sözünü sakınmayan patavatsız tavrından, en rahatsız edici cümleyi pervasızca söyleyebilmesinden olsa gerek, çevresindekilerin yakınlaşmaya çekindiği biriydi. İnsanlara duyduğu derin güvensizlik, sanıyorum, insanın doğdu doğalı içinde taşıdığı benimsenme arzusunun karanlığını bilmekten kaynaklanıyordu. Sınanmamış, denenmemiş hayatlar boşuna yaşanan hayatlardı onun için. Dostluk, sevgi, arkadaşlık, yoldaşlık gibi kolayca çiğleştirilen ilişki biçimlerini alaycı bir tutumla yerle bir eder, bu gibi ilişkilerin ancak kavşaklarda ortaya çıkacağını söylerdi. Acımasız bir öğretmendi üstelik. Hiçbir şey öğretmeyip öğretenlerden… Kardeşimle beni iskeleden denize atıp yüzün demişti yalnızca. Ben de yüzmüştüm. Nasıl olsa babam, iskelenin en ucunda, iki elini beline koymuş, bekliyor olurdu denizi.
Bizim evde iki tür hastalık vardı. Biri annemin sağ ayağını sürüyerek yürüyüşü, öbürü ise babamı günbegün eriten ateş. Anneminkini biliyorduk; ağır eşya kaldırmış, omurgası zedelenmişti. Babamınki ise bir türlü teşhis konulamayan esrarengiz bir hastalıktı. Kendimi bildim bileli vardı bu. Yüzünü sarkıtan, gözlerini matlaştıran, onu sabaha kadar kan ter içinde bırakan, tuhaf bir şey. Bir hastalık düşünün ki, çok esmer, insanın yüzüne iştahla bakan, küstah bir adam. Ensesinden kenetlenip göğsünü sarmalardı babamın, kanını emmeye çalışırdı. Bir pazar sabahı o adam evimize geldi. Üniformalı bir yüzbaşı topuklarını birbirine vurup başıyla selam verdi. Tugay komutanının posta subayıymış meğer. General briç oynamak istemiş, babamı oyuna çağırtmıştı. Babam, briç oynamak için emir almam, dedi. Kapıyı kapattı. Sonra ateşlendi yine… Ben o ateşin, onun ruhuna giydirilmeye çalışılan askeri kuşamlardan kaynaklandığını çok sonra, lise yıllarında anladım.
Tanıdığım herkesin devlet mensubu olduğu bir çocukluktu benimki. Lojman ahalisi, siyaset konuşmaktan sakınsa da, siyaseti yakından takip eder, memleketin haline ordunun gözüyle bakardı çoğu zaman. Subayların emir komuta zinciri içindeki hiyerarşisi, çocuklara ve subay hanımlarına da sirayet eder, günlük hayatımız rütbelere göre düzenlenirdi. Okul servisinde albay çocukları ön koltuklara, binbaşı ve yüzbaşı çocukları biraz daha geriye, astsubay çocukları ise en arka koltuklara otururlardı. Bir kural değildi bu, tümüyle psikolojik, kendiliğinden gelişen, alışılmış bir oturma düzeniydi. Bütün fenalık bu alışılmışlıktan çıkardı zaten… Babalarının rütbeleri, anlamsız bir hükmetme duygusu verirdi çocuklara. Genç yaşta silah altına alınmış askerlere kendi askeriymiş gibi emir veren, arkadaşını hakir gören sekiz yaşında bir çocuğun görüntüsünden daha zalimce bir görüntü anımsayamıyorum şimdi.
Öte yandan, onca şımarıklıklarına karşın bütün çocuklar korkardı babamdan. Onun yüzündeki sert ve solgun ifadede, yaşadıkları hayatın dünyadan kopuk çelişikliğine dair tehditkâr bir cümle yazılıydı sanırım. İnzibatların nöbet tuttuğu oyun parkında voleybol oynarken, babamın uzaktan gelişini gören bütün çocuklar duvar diplerine yapışıp onun ağır ağır yürüyüp geçmesini beklerlerdi. Bir keresinde bana, seni dövüyor mu, diye sormuşlardı da bir hayli şaşırmıştım. Olur mu hiç… o beni çok sever, diyebilmiştim dargınca. Öte yandan, onun mutsuzluğunu örten bu korkutucu sertliğini, hayata iğreti düşen vakarını bir türlü açıklayamaz, oyun arkadaşlarım gibi aynı ürküntüyle bakardım arkasından. Bir yerimi kanatarak denerdim babamı. Beni gerçekten seviyor mu, diye. Şefkati bütün dünyaya bedeldi. O zamanlar, şefkati betimleyecek söz düzenini bilmiyordum ne yazık ki.
Bir gün, bir zaman geldi, ona duyduğum ve göstermekten ölesiye korktuğum saklı öfkenin yerini merhamet duygusu aldı. Bornova Halk Kütüphanesi’nden ödünç bir kitap almıştım. İlk sayfası kütüphane mührüyle damgalanmış, okunmamaktan havasız kalan sayfaları sararmış bir hikâye seçkisiydi bu. Varlık yayınları tarafından basılmış, anımsadığım kadarıyla Yaşar Nabi Nayır tarafından yayına hazırlanmıştı. Yavaş yavaş, büyük bir sıkıntıyla okudum hikâyeleri. Samipaşazade’nin dilini çözemiyor, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın anlattığı yetişkinler dünyasını tanımıyor, Refik Halit Karay’ı anlayamıyordum. On dört yaşında bir çocuk için yanlış bir kitaptı bu. Ama İlhan Tarus’un hikâyesini okuduğumda, babamın iç huzursuzluğunun benimle ilgisi olmadığını, başka bir deyişle, doğmuş olmakla kimseye yük olmadığımı o zaman sezinledim.
Müthiş bir adı vardı hikâyenin: Bir Kasabanın Ruhu.
Kasabalar, bizim gibi geçici süreliğine tayinle gelen aileler için, dışardan bakıldığında kolayca gözlenebilecek daracık fanuslardı sanki. Esnaf ve memurların iki belirgin sınıfı oluşturduğu bu küçük yerleşimlerde, devlet, şah damarı denli yakından atan bir nabızdı. En tepedeki küçük bir çalkantı, kasabada sarsıntı olarak hissedilirdi. Kabinedeki bakanların adlarını ve seçildikleri bölgeleri tek tek sayabilecek kadar gündelik politikayla ilgili, öte yandan kadından tümüyle soyutlanmış kasaba eşrafı, hayatı o zamanki hükümet politikalarıyla tartışmaya alışkın, sözümona değişmez dünya görüşleriyle tanınan biricik kişilerden oluşuyordu. Kimin hangi partiye oy verdiği bilgisi, şahsiyetin bir parçasıydı aynı zamanda. Kasaba fikrinden oldum olası ürkmüş, oradan oraya taşınmak zorunda kalan göçer bir ailenin üyesi olarak, yersiz yurtsuzluğumla daima avunmuşumdur. Kasabanın, insanı üstünkörü bir iyimserliğe sürükleyen, yalancıktan bir dayanışmaya inandıran sinsi hayaleti, insanın izinsiz değişmesine izin vermeyen kolektif bir yaratıktı. Orada dünya görüşü yoktu çünkü. İçine doğduğunuz bir görüş vardı yalnızca. Doğar doğmaz katran dolu bir kazana yatırılıyor, boğazınıza kadar o düşünceye yapıştırılıyordunuz. Muhafazakâr değil, basbayağı mutaassıptı kasaba. Körü körüne değişebilme hızını hafızasızlıktan, düşünsel dönüşüme böylesi ayak direme inadını mutaassıplığından alıyordu. Dönüşmek için illaki terk etmek gerekirdi orayı. Kasaba esaretini bir çekirdek gibi benliğinde taşıyarak…
Tam da böyle bir atmosferi vardı hikâyenin.
Bir tapu memuru, başkâtip, sandık emini, telgrafçı ve “hususi” bir muhasebeciden oluşan küçük bir topluluk, akşam işten çıkıp kahveye gelmiş, derme çatma bir içki meclisi kurmuşlardı kendilerine. Yazarın seçimine göre, kahramanlar adlarıyla değil, ünce memuriyetleriyle belirtilmişti. Askeri gazinolarda bir araya gelen subay babaların, bütün kadınlardan ve çocuklardan uzakta, dilini bilmediğim, neden söz ettiklerini tahmin edemediğim sohbetlerini andırıyordu bu sahne. Yasaklı bir şey okuyorum duygusuyla gizliden gizliye tuhaf bir haz duyuyordum.
İlhan Tarus’un kısmen diyaloglara yaslanarak kurduğu “Kasabanın Ruhu”, hamaset içinde sunturlu laflar eden tapu memurunun hararetli konuşmasıyla açılıyor. Söylenenlerden anladığımıza fitre, burnundan kıl aldırmayan, topluma “kara taassup” aşılayan hacı hoca takımına karşı çıkan, kimsenin önünde kendini ezdirmeyen, memuriyetten alnının akıyla kazandığı parayı göğsünü gere gere hak etmek varken onun bunun önünde el pençe divan durmaya gönül indirmeyen, gururlu ve namuslu bir adamdır. Bu arada arkasından atıp tuttuğu Hoca Ali Efendi için demediğim bırakmaz. Hoca Ali Efendi gibiler, topluma fesat ve melanet getiren yobazlardır sadece. Öylelerine yüz verilirse insanın hayatını tekkeye çevirmekle kalmaz, aile hayatını bile düzenlemeye kalkışırlar adamın. Ne ki, tapu memurunu dinleyen öbür kişiler, Hoca Ali Efendi hakkında yapılan bu ileri geri konuşmalardan rahatsız oluyor, kendisinin söylendiği gibi sofu bir adam olmadığından dem vurup tapu memurunu susturmaya çalışıyorlardır. Hikâye ilerledikçe anlarız ki, tapu memurunun demediğini bırakmadığı Hoca Ali Efendi, valilik tarafından önemli bir konuma atanmıştır. Hikâye tam bu noktada aydınlanmaya başlar. Tapu memuru, bu yeni gelişmeyi öğrenince allak bullak olur. Az önceki sakınmasız söylem, zavallı bir dilenişe doğru evrilmeye başlar. Küçük bir memurun dışlanma korkusuyla sona eren hikâye, memuriyetçe varoluşa bütün varlığıyla saplanmış olan bir adamın, insanın içini bulandıran telaşıyla sona erer.
Memuriyetçe varoluş derken, memurluk mesleğini kastetmiyorum elbette. Bütün memur doktorları, memur yazarları, memur, oyuncuları, memur gazetecileri ve daha binlerce memuru içeren bir memuriyet halinden söz ediyorum aslında. Babamı hasta eden, ruhu kravat takıp takım elbise giymeye zorlayan bu yıkıcı memurluk mesaisinin, benliği kaplamasıydı. İçi bulanıyordu işte. Hepsi bu. Ensesinde, bütün tehlikelere açık bir şekilde taşıdığı özgün düşüncesi, onu her geçen gün yalnızlaştırıyor, statükocu bir yaşantının uzantısı olmaktan beziyordu. Askerlerle çevrili hayatımıza sivilliği, daha ötesi sivil itaatsizliği sokan babamın, yaşadığı iç bulantısının ne denli büyük olduğunu, teğmenliğinden albaylığına değin, sol göğüs cebinde bir istifa mektubu taşıdığını öğrendiğimde daha iyi kavradım. Hayatı boyunca çekip gitmeyi istemiş, ama hiçbir yere gidememişti. Bana istediğim an başımı alıp gitme cesaretini, kendi gidemeyişiyle gösterdi babam. Her işin zanaatkârca bir tutumla yapılması gerektiği düsturu, o zaman doğdu içime.
Nasıl bir ironidir ki, İlhan Tarus da okuma yazma bilmeyen bir milletin sanatçısı olarak, içinde bulunduğu toplumcu-gerçekçi akımın etkisiyle, bir yazarın kendi zamanını kurma, kendi sesini yaratma hakkını fazlasıyla lüks bulan; yazarın Batı ölçüsündeki sanat akımlarına özenmelerini, üç beş bin kişilik sınırlı bir okur kitlesinden başka kimseyi ilgilendirmeyeceğini düşünen bir memur-yazardı.
Babacan bir üslupla geniş halk çevrelerine yayılmayı amaçlayan edebiyat tutumu, onu belli bir orta seviyeyi kollamaya hapsetmişti. Bugün hiç anılmıyor, hiç okunmuyor olması, görev bilinciyle yazarlığa soyunmanın kefareti olsa gerek. Üstelik böylesi güzel bir dili, insanın doğasını ele veren ayrıntıları keskin bir hamleyle bulup çıkarma ustalığı varken…
Öte yandan, edebiyatın geleceği ile ilgili sezgisi haklı çıkmıştı. Sait Faik gibi bir sanatçının daha önce hiç doğmamış olduğunu ve gelecekte bir daha doğmayacağını ilk söyleyen yine oydu. Ne ki, bugünün okuru için sönmüş bir göktaşı olsa da, yazdığı “Bir Kasabanın Ruhu” hikâyesi çocukluk çağımda yaşadığım aydınlanmanın tetikleyicisi oldu benim için. Kuşkusuz, insanın gözünü kamaştıran bir aydınlanma değildi bu. Bir ima, ince bir sezdirmeydi yalnızca. Hani, sıradan bir şeyin sonunda durumu tam olarak anlayamazsınız ama derinde tuhaf bir kıpırtı yaşanıyor, taşlar yerinden oynuyordur. Öyle bir şey…
Bu hikâyeyi okuduktan sonra, başka birinin kızı olmuştum ben. Babamın tiksintisi göğsüme sızıvermişti. Beni her an ölmekle korkuttuğu, evde yarattığı yersiz öfke nöbetleriyle huzurumu kaçırdığı, bir türlü mutlu olamadığı için ona karşı duyduğum küskünlük sona ermiş, babamı bağışlamaya başlamıştım.
Kaynak: Büyümenin Türkçe Tarihi, Metis, S.65-71
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder