31 Aralık 2010 Cuma

Ölümü Düşündüm

2011'e 1 kala ölümü düşündüm.

Dün akşam ilk kez evimize konuk gelip, yemek yediğimiz, tanıştığımız ve kaba, sığ diye nitelediğim, O'nun da eminim beni soğuk bulup pek hoşlaşmadığı gözlerinden okunan Gül, bugün bana bir sürü dükkanı hiç üşenmeden gezdirip, esnafla benim için pazarlık etti," bu porselenin iyisidir bu değildir" diye dillerini yordu. bazen korkarak, tavrımdan emin olamadan iğreti bi edayla koluma girmek istedi. sık sık göz göze geldik konuşurken. gözlerimi kaçırmadan konuşmak için tüm çabamı harcadım. bilmiyorum sebebini.


Bana güvensin istiyordum çünkü. beni sevsin. gözlerimden görsün içimi. göz göze gelince korkusunun geçeceğini sandım. koluma girmesi sıradan ve hep olagelmiş bi olaymış aramızda gibi hissetmesini istedim. O'nu tanımak istedim çünkü. yakınıma girmesine müsaade etmek..

çünkü o kadar dobra bir kız ki O, hiç bişey canını sıkamaz hatta yakamaz gibi pervasız bi tavrı var her tarafında. kocaman bal köpüğü gözleri, belirgin ve karakteristik  elmacık kemikleri.. o elmacık kemiklerine yakışmayan bi çocuğunkine fena halde benzeyen elleri.. bazı insanların ayaklarını merak ederim delice kimi zaman. dün akşam da yaşadım bu duyguyu. sanki ayaklarını da görsem puzzle tamamlanacaktı, keşfedilecek mağaraya ulaşmış olacaktım. ayaklar kişiler hakkında çok şey anlatır. karakteri ayaklarından okunur insanın, en azından benim için böyle bu. kırılganlığı, dikbaşlılığı ayaklarında yazılıdır insanların bence.

ve çoğu zaman ufak şeylere verdiği abartılı gülme refleksi var Gül'ün, "amaann kimin umrundaaaa" gibi. sonra sessizce insanları incelemesi var, korkmuş ve tedbirli gözlerle. en çok da bi şeyin olmuş olması için uğraşmayan, tamamen içinden geldiği gibi yapılmış, zamanın içinde yağ gibi akan bi davranış stili var O'nun. herşeyi başarabilecek, tuttuğunu koparabilecek, zaman zaman sevdiğini, belki en yakınını bile tedirgin edecek kadar tehlikeli görünen bir yanı.. hırslı bi burnu.

çarşı dönüşünde bana gelip bişeyler yemeyi, çay-kahve içmeyi teklif ettim. "yemek yemem ama çay içerim" dedi. henüz lavaboya gitmiştim ki, gelen telefonla dayısının eşinin vefatı haberini duyması bir oldu. o pervasız, vurdumduymaz balköpüğü gözleri dolu dolu oldu anında. gözleri iriydi, kocamaan oldu. kirpiklerinin uzunluğunu o an daha bi fark ettim. tomur tomur gözyaşı döktü telefon konuşmasının ardından. kadının cefakarlığından,  bunlara yaptığı iyiliklerden, çocuklarının vefasızlığından bahsetti bir solukta. çayı içemedi. yeni yıla girerken meydanda havai fişek gösterilerini izleyecekti ablaları ile, hindi pişireceklerdi. evde ölümü konuşuyorlar şimdi.

2011'e 1 kala ölümü düşündüm sessizce. "bi yılın diğer yıllardan farkı ne ki?" dedim. "hepsi yıl değil mi?" 

Yılları ayıran yaşananlar olacak yıllar sonra geriye baktığımızda sanırım. "geçen yıl dayımın eşini kaybetmiştik" diye anılacak mesela 2010. "geçen yıl doğmuştun balım" diye biri fısıldayacak bebeğinin kulağına biri belki. "geçen yıl evlenmiştik."

Yaşayayım ben, yaşa sen, kutlu olun siz! biz varsak zaman var çünkü. 


Not: Azerbaycan'da herkesin tanıdığı, bildiği ses sanatçısı Nazperi'yi dün tesadüfi şekilde internette bi şarkıyı ararken dinledim. O şarkı; "Görmüşem sevmişem isterem seni ne çare".  facebookta paylaştım kimse yüzüne bakmadı. Yeminle 100 kez dinledim 2 günde. bu yazıyı da yine o şarkı eşliğinde yazıyorum. Kadının sesi ve türkünün güzelliği hatrına sitem notuydu bu. :P

24 Aralık 2010 Cuma

Susmak Bazen Anlaşmaktır

Nerde iri bukleli, kıvrcık saçlı bi kız görsem sen geliyorsun aklıma. Ne zaman armut vücutlu bir kadın görsem yine sen.. "oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız.." dizesinde sen. ve ne vakit kocaman halka küpeli birine rast gelsem..


Biz şehirde büyümüştük, O ise Egenin bir köyünde. sıcacık bi köy. Deresi var, zeytin ağaçları, bahçede limon ve nar ağaçları, yumurtlayan bir sürü tavuk, süt veren inekler, ufak bi zeytinyağı fabrikası, buz gibi akan çeşmeleri, ovalara açılan tepeleri, bol bol yeşilliği, gübresi, güneşi, gölgesi.. 
bahar geliyordu o vakit. sevgilimden ayrılmıştım. ilk kez bir ayrılıkta öleceğimi sandım. ağzımı bıçak açmaz olmuştu. kendinden ürker mi insan, ben ürkmüş, ufak bi çocuğun annesinin sözünü tutması, hatta bunu candan istemesi gibi Zeytin'i dinlemiş, O'nunla köylerine gitmiştim. tam bi terapi merkezi. 

hani en yakın arkadaşınız sizin susarken ne düşündüğünüzü çok iyi bilir ya, o yakın arkadaşınız bakarken zihninizdeki resmi görür ya, Zeytin traktörün arkasında bi sağa bi sola savrulduğum, midemin çıkıp ağzıma geleceğini sandığım o yolculukta gözlerini ayırmadan izledi beni o gün. bazen "şşşş.." dedi sadece. ninni gibi. "iyi olacaksın minik kız" gibi.. göz göze gelince "geçsin artık" diye sözsüz yalvardığımı hatırlıyorum, O'nun bunu anladığını, "merak etme" bakışını, bana verdiği o gücü.

traktörle tepelere çıkmıştık. Annesi, babası ve erkek kardeşi Tosuncuk (ben böyle sevimli bi surat daha görmedim) ilerde oturdular, biz daha yukarıda.. köy ayaklarımızın altında uzanıyordu, bahar hoş gelmişti, kıra da sayısız papatya. ah ne severim onları.. hafif hafif bi rüzgar yanaklarımızı öpüyordu, saçlarımızın kokusunu hatırlatıyordu bize. kendimizi bu yüzden bile sevebilirdik, orada bir daha hatırladık. sessizce oturduk, açık mavi gökyüzünü izledim dakikalarca. Ben yaramı düşünüyordum, O kimbilir neyi. sessizliğimizi Zeytin'in refleks halini almış hareketi bozuyordu. parmaklarını çıtırdatmadan yaşayamazdı ki bu kız. ileri geri bazen sallandığını, gözlerini bi noktaya sabitleyip çok mühim şeyler düşündüğünü hissederdim. o dalmışken ben Zeytin'i izler, köyü, başka hiç bir yerde o tadı bulamadığım zeytinyağını, zeytinyağının O'nun hayatını nasıl şekillendirebileceğini, acabaları, belkileri, olabilirleri, yattığı odayı, babası, annesi, sevdikleri, hayalleri, beni coşturan gülmesini, cesareti, zekası, farklılığı daha sayısız O'nunla ilgili ayrıntıyı düşünür, hepsini bi resimde tamamlayıp ne hissettiğini beyhude anlamaya çabalardım.

aşktan yana umduğunu bulamayan bi kızdı Zeytin. elindeki herşeyini veren yine de yaranamayan biri.. tüm kalbiyle sevip de sonunda hiç olan bi ilişki Zeytin'in değişmez kaderiydi. Belkide o gün tepede bunları düşünüyordu, kimbilir. Babası ile konuşması birkaç kelimeyi geçmeyen, O'nunla göz göze gelmeyen, babasına isteklerini annesi aracılığı ile dile getirebilen, evin içindeki yetmezliğin, huzursuzluğun bi gün son bulması umudunu hep içinde taşıyan, bi gün değişecek cümlesi ile uyanan bi kızdı Zeytin. Köy coğrafyasının O'nun ruhuna yetmediği bi kız..

ufacık şeylere çok içerler fakat belli etmezdi O. odasına çekilir, yatağının üzerine bağdaş kurar, bir öne bir arkaya sallanırken kim bilir neler hayal eder, sigara paketi elinde, kutunun kapağını bi açıp bi kaparken, sayısız sigara tellendirir, onları içmez adeta emerdi. işte tam o anda, hayallerini içtiğini düşünürüdüm Zeytin'in. zihninden kaçıp gitmeden hepsini içine hapsettiğini. Ve başardığını, hayallerini eline almış bi kızı seyretmekten hoşnut, duyduğu müthiş hazzı görürdüm yüzünde. sonra kalkıp "sana Türk kahvesi yapayım mı?" derdi. köpüklü kahveler bitince bana fal bakardı, çok ayrıntılı, bol renkli, umut dolu. Olmasını istediklerini anlatıyor derdim, soru sormadan dinlerdim.

yaşadığı köye rağmen rengarenk ojeleri severdi, kırmızı ruju, büyük halka küpeleri, köyde kimsenin bilmediği o müzikleri, yazarları. ritm duygusu ile doğmuştu sanki o  kız. müziğe ahengi konusunda kesinlikle hepimizden apayrıydı. çocukluğunda doğayı çok dinlemiş galiba diye kendimce yorumlardım bu durumu. cildi tıpkı bi mermer gibi pürüzsüz ve parlaktı. saçına da tenine de kendi yaptıkları zeytinyağlı sabunlarından başka bişey sürmezdi. koca koca kalıp sabunlar. kokusu hiç cezbetmeyen sabunlar.. banyoda, mutfakta, lavaboda her yerde kullandıkları zeytinyağlı sabunlar.

Zeytin seni ne zaman düşünsem içimde savunmasız bi çocuk can buluyor. okulun koridorunda başında beren, boynunda kendi ellerinle ördüğün upuzun atkın, kısa füme montun, altında siyah eşofmanların, sırt çantanla bana doğru yürüyosun. biraz "ben geldimmm" beklentisi, biraz "benden habersiz bişeyler mi oluyor?" endişesi var çocuk gözlerinde. ne zaman aklıma sen gelsen, bakışına dayanamayıp kolumu omzuna atıyorum, okulun önündeki çimenliğe doğru yürüyoruz. gidip o çimenlere acılarımızı akıtıyoruz. ne zaman kolumu omzuna salsam, çocukluğuma sarılıyorum ben. iyi oluyoruz biz, iyi.

17 Aralık 2010 Cuma

O

minik sevgilisini aptal yerine koyan arkadaşlarım oldu. lisedeki kızları iki dizeyle kandırıp, haftanın 3. gününü onlara ayıran, diğer günler sevgilisine dünyanın en onurlu adamı oyununu oynayan arkadaşlarım..  Bukowski, Küçük İskender manyağı, alkolik, geceyle gündüzü birbirine karışmış, güneşi görmeyen teni sararıp, sonbahar yaprağına dönmüş arkadaşlarım. 


saçları azalmıştı O'nun. tek derdi zengin bi hatunun jigolosu olmaktı. olamadı. bi tanesi ile gecesi güzel geçmişse, eczaneden saç dölükmesini engelleyen şampuan hediyesi kazanıyordu. diğerinden, bir paket Malboro sigarası.. 

akşamları minik hamsterının telaşla odanın içinde ordan oraya koşturmasını izliyor, yanında iki paket sigarayı harman ediyordu. fonda hep Ferfecir. Metin - Kemal Kahraman kardeşler. Kitap yazmak istiyordu, epsilon yayınevi ile irtibata geçmiş, bi rumuzla kitap hazırlığına girişmişti. "olmuş mu?" takdir duygusu ile sarmalanmıştı. kitabı hiç basılamadı.

sıkça çamaşırlarını makinaya atar, sanki üzerine sinen yabancı beden ve ucuz mekanların kokularını akıtırdı. ellerini uzatır, yaşlanmaya başlayan derisinden bakışlarını ayıramazdı. dakikalarca izlerdi onları. minik sevgilileri severdi. yaşlanmaya başladığını unutmak isterdi. 

O insanların ahlaksızlığından dem vuruyor, kendi isyanında boğuluyodu. boğuldukça bir şişe efes daha yuvarlıyordu mideye. yetmiyor, kalkıp bir beden aramaya gidiyordu sokaklara. ten tene değince bu yalnızlık bitecek sanırdı. olmazdı. kendinden, etinden midesi bulanır, çokça babasını anardı. ne yürekli adamdı O, ne ahlaklı, ne eşsiz, ne bu yüzyıldan ayrı, ne çağlar ötesi bi adam.. 

aydan aya 70'lik babasından harçlık gelirdi, Allah ne verdiyse. Gelen para kiraya yeterdi yetmezdi. Kendinden utanması tutardı o zaman, aydan aya bi hastalık nüksederdi bedeninde, kendini o dökük pub'a atardı. bakteri yuvası, dördüncü sınıf, ucuz birahaneye.. Hala babasından nasıl para isterdi?

çelimsizin tekiydi. üflesen uçacak gibi.. bi erkeğin bacağı kadınınkinden ince olur muydu, işte ordaydı. vardı. Levis kot ceket, Harley taşınmayacak kadar ağır bi çift bot almış, görüntüsünü cilalamıştı sözde. bilmem kaç ay taksidini ödemiş, onların havasıyla biraz adam olmuştu kendi içerisinde. üzerine bi bedene daha bulaşmış, bi bedene daha.. içindeki boşluk hep içinde kalmış, hatta daha da artmış, Levis'in Harley'in taaa anasına kadar sövmüştü. onlar da yetmemişti. çok yalnızdı.

minik kadınları severdi. minik elli, minik ayaklı. beyaz tenler O'na masumiyeti çağrıştırırdı. Annesi gibi. Esmer tenler yozlaşmayı..  güneşten utanırdı. karanlığı severdi, saklanırdı. göz çevresindeki çizgileri saklamak için gözünün içine bakmazdı kimsenin. alkollüykense insanın gözünün içine içine bakardı, inatla, hırsla. hesap sorarak, cesaretli, korkak. sarhoşken ağlardı. "kimse, hiç kimse, hiç birşey yetmiyo, içimde hep bişey eksik. dolmuyo." derdi. Sahneye her çıktığında Ahmet Kaya ile son noktayı koyar, "kendine iyi bak, beni düşünme, su akar yatağını bulur" diye dünyaya sitem ederdi. en yalnızlar beklerdi son şarkıyı, alkış kıyamet kopardı.

babasının dışında herkes çiğdi. olmamış. babası aradığında sesinde hiç duyulmadık bi saygı  belirirdi. öhüümm diye boğazını temizler, en tok, en gür ama en insan sesini takınırdı. kısacık konuşmada, annesini sorar, babasının hala iyi olduğuna emin olur, ben de iyiyimle telefonu kapar, sonra derin bi sessizliğe hapsolurdu. iflah olmaz bi yara kanardı içinde, kim olsa anlardı. "memlekete dönsen?" derdim arada, "dönemem" derdi. gözleri dolardı.

o zaman hayal kurardım, O'na asla anlatmadan. fazlasıyla uzamış o okulu bitiyor, öğretim elemanı oluyor, ya da kitabını bastırmayı başarıyor, babasının çok seveceği bi kız bulup evleniyor, ellerinle bi bebeyle, başarmış, hayata bi tarafından tutunmuş (!), başı dik köylerine el öpmeye gidiyor. babası, annesi henüz sağken, sağlıklıyken. aydan aya onlara harçlık gönderiyor. yeni bi renkli televizyon alıyor onlara, görmeyen gözlerine, yalnız kalmış evlerine şenlik niyetine. sigara içmiyor, annesi kendi elleriyle ayran çırpıyor O'na, O küçümsemeden ayranı içiyor. babasını "benim babam" diye gururla karısına tanıştırıyor. hepsini gülerken, hayal ediyorum. babası O'nun sırtını sıvazlarken. O babasının gözlerine bakabiliyorken.

Susarak oturuyoruz. Efes'in kağıdını soyarken gülümseten hayaller kuruyorum O'nun için. O bilmiyor.

16 Aralık 2010 Perşembe

yok bişiyy

 



istemem
ziyaret
etme
kalbimi
bu 
kadar.

Yanlış ve Yabancı


trenim öldü
akşamdan kalma bir yabancıyım
artık beni bu çağdan topla kalbim
kimsenin beklediği devrim değilim,
ne sevebildim yerimi
ne dirlik yapabildim.

kolay bitmedi gecem
şarkısını yitirmiş çingene bir çocukla
ağır yaralı iki bacak gibi yanyana
sabaha kadar devrildim,
bir göç imgesine saplanıp kaldı ayaklarım
ah yollar, görmediler ki beni gidebileyim.

geceleri altını ıslatan bir bulut muydu o çocuk
kaç damla yağmur yedim de böyle şişmanladım
ki düşlerin kanatlarına bile ağır geldi
bir zamanlar leyleklerin getirdiği bedenim.
ah kalbim, ben asaleti bozuk
tanrılar çağına mı düştüm,
bunca yıldır gezerim
hiç böyle dünya görmedim.

trenim öldü
durdu zaman makinem
öyle çok sonlar buldum ki artık
bilmiyorum nereden başlamalıyım.
hiç bulamadığı kapağıyım tencerenin
bir buluşmalar yabancısıyım,
koskoca yıllar yanlışı...

artık beni bu çağdan topla kalbim
bir şarkıya binip gideyim.
Devrim Dirlikyapan

15 Aralık 2010 Çarşamba

Tüm Anlaşılmazlara...


-artık beni sevme! dedi kadın.
adam 3 gün 3 gece bu cümlenin manasını düşündü. 
dördüncü gün kadına: 
-biliyor musun, artık beni sevme cümlesi kadar saçmasın! dedi adam. 
kadın adamı sevdiğini düşündü.
 -seni yıkamamı ister misin diye sordu adama. 
-olur. bu karmaşık gelmiyor.
-yıkarken aşkta kendilerini kaybetmiş sevgililerden bahsedebilirim sana.
-biliyorum. ama sıkıldım bu zırvalıklardan.
-beni bunun muhteşem olduğuna inandırsan hiç değilse..
-galiba üşüdüm biraz. yarın yıkasan?..
-... (ama yıkanmamız lazım..)



14 Aralık 2010 Salı

Mandallardan Timsah Yapıyordu.

Zihnimizin dışında oluyordu herşey. sanki yağmur bize yağmıyordu da vardı aslında. oralarda bir yerde, şöyle böyle gülümsüyordu mesela palmiyeler vardı uçları batardı bir de ağaç, üstünde ise bal gibi, yapış yapıştı delirmesi "iç"ten ya da "iş"ten bile değildi. belki saç uçlarımız da kalbimiz kadar yorgun olabilirdi belki kendimizden bile bıkmış ve bitkin olabilirdik. bu yüzden değişiyordum ya ben, her sonbaharda deri değiştirir gibi birini öldürerek hayatta kalan insanyiyenkadın diye susuyor, konuşuyor, eğleniyor, pazar günleri akşamın geç saatlerinde pazara inip harcanan meyveleri ve evlerden atılan çocukları topluyor, kağıtlara çiziyorduk onları. renkli değildi kalemlerimiz. bunu sorun etmiyordu hiçbiri. 3ten fazla gözleri vardı kendimizi, kendimizin erişemeyeceği raflarda saklıyor ve yine kendimizi eczaneden yeşil reçete ile alıyorduk. havaya karışıyor, birilerini cebimizde unutuyorduk. Şimdi hepsi geçti. 1965 kitabevi. Hiçbir kitabı satılık değildi. Onu hatırlıyorum. Bana en büyük yıldırım Ankara'da, o yokken düşmüştü Ben Kuğulu Park'taydım  onu bekliyordum bir bankta. O ise adressizdi. Ona anlatacak dört tane hikayem vardı, üç elma ve bir de ben hakkında. O ise kulaklarını kesmişti. yazmayı denedim ona, gözleri Endülüs Köpeği'ydi. 


Nüfus cüzdanımı kedim yemişti. Kimliksizdim. Gezegenindeydim onun o ise bunu bir rüya sanmıştı. Beni düşünürken atı bile seviyordu. Tekrar ediyordum kendimi ama ben kesinlikle Kuğulu Park'taydım. Bilmiyordu. Hikayelerimiz farklıydı. Herkesin bir hikayesi vardı. Herkesin hikayesinde biri vardı. Benim hikayemde "irin" vardı. Benim hikayemin sonunu onun masalıyla birleştirmeye çalışıyorduk. Sayfalar birbirine giriyordu. Kurguyu anlamak cesaret istiyordu. O kadar cesareti yoktu...


http://bayanedit.blogspot.com/

Günden Kalanlar - 2


* Birkaç yıldır izlemediğim Türkan Şoray'ın belkide en sevdiğim filmi Mine'yi buldum geçen hafta internette. dün akşam üzeri, hava kararıp, herkes evine dönerken Mine'nin evinden başı dik ayrılışını izledim. Ne güzel kadınsın sen Türkan! tabii ki bir daha bir daha..

* Oi va Voi'den Yesterday's Mistakes şarkısı akşama imzasını attı. Şu an bile imzanın içindeyim, artık imza bi labirent, ben yaptım ve çıkışı ellerimle sildim. 

* Dün marketten Rus ve Hollanda peyniri aldık. Kaşara benziyorlar, tatları daha yoğun. Peynirler kahvaltının annesi gibi bence. baş köşede otursun, çocukların iştahı açılıversin.. Annesi olmadan, komşu evde ekmeği bile yiyemeyen çocukların..

* Fotoğrafları karıştırmak zihni ters düz ediyor. Bazen için huzursuzluk istiyor; sen açıp o fotoğrafları buluyor, oraya göçürüyosun ruhunu. Dönüşler iyi ki'lerle oluyor. iyi ki...

* Bir kedi büyütüyorum içimde, bi anda karşımda bitecek. kucağıma aldığımda, gözlerime bakmak için kafasını kaldıracak hep.. Sendin.

* Söylenecek çok şey var...

Sanrılar -2






Yaşanmamışlar kaderin henüz doğmamış çocukları bence.

Kulağa Küpe


yaLnız o. yaNlız değil. yalın'dan gelir. 
yaNlış o. yaLnış değil. yanılmak'tan gelir.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Günden Kalanlar - 1


1. Dün akşam Cem Yılmaz'ın Soru & Cevap DVD'sini izledik. Türkiye'nin en seçkin üniversitelerindeki öğrenci profiline hayran (!) kalmamak elde değil gerçekten. Cem Yılmaz severler mi öyle denk gelmişti, yoksa yeni nesil böyle boş kafalarla, saçma salak, incir çekirdeğini doldurmayan soru ve cevaplarla mı yaşayıp gidiyordu merak ettim. Adam resmen yerin dibine soktu çıkardı gençleri. Cem yılmaz bence bu sohbetlerin devamını da yapmalı. Herkes gülmeye gelmişti evet, fakat  2 kişinin dışında zekice soru sorabilen adam çıkmadı. Hala aşk hayatınız nasıl, neden topuklu ayakkabı giyiyosun, yahşi batıdaki afişteki sen değil misin sana hiç benzemiyo gibi yaratıcılıktan upuzak sorular soruluyor gençler tarafından. çok üzüldüm. halbuki adama doğal ol, sorulmayanı sor bak nasıl muhabbet, kahkaha kaynıyo ortalık. yok. Bence Anadolu'daki üniversiteleri de bi gezsin Cem Yılmaz. O gençlere daha çok güveniyorum. yılda 27 bin verip okuyanlardan daha çok.. (yeni nesil falan laflarını hiç sevmem, genellemelere de uyuz olurum ben aslında. sorry..)

2. Hayao Miyazaki'nin Komşum Totoro'sunu büyük bir keyifle izledim. Totoro'nun yağan yağmurun altında ilk kez şemsiye kullanma ve çıkan tıp tıp sesiyle zevkten ağzının açık kalması olayına bayıldım. :) Bu adam çizgi sinema yapmanın ötesinde, masal anlatıyo. büyüğe, küçüğe..

3. Bazı kişiler için, bu kadar bilinirlikle kalsa, hiç değişmese, bozulmasa, farkedilmese, steril bi alanda sadece biz sevenleriyle böylece kalsa demişliğim var. Su Özdoğu. Elimi tut küçük kız, şşşşşş...

4. Nahcivan'da salatalarda kullanmaya başlayıp, şimdi ise müptelası olduğum Nar Şarab.. Şarap değil tabii ki, tatlı nar sosu. nar ekşisi hiç değil.

5. Blog sayfalarında gezinirken keşfettiğim, beni zaman ve mekanın dışına taşıyan biri; kırmızıbalıkk. Bir eşi ve bebeği var. nasıl böyle yazabiliyor? 13 izleyeni var. ben 56 izleyiciyi haketmiyorum.

6. Aslı Erdoğan'ın Kırmızı Pelerinli Kent'i hala bitecek..

7. Yeni keşif Pelin Buzluk. 2010 Yaşar Nabi Nayır öykü ödülü sahibi. sadece 84 doğumlu üstelik. şirine.

8. Nahcivan'da hala kardan eser yok. İstiyorum ki biri benim yerime, evindeki en pahalı mağazanın, en güzel poşetine oturup bayır aşağı kaysın.

9. Galiba şimdilik bu kadar.

Replik - When Harry Met Sally (1989)

harry sally ile tanışınca
 
harry burns - billy cristal
sally allbright - meg ryan

harry burns: tabii ki hiçbir zaman arkadaş olamayacağımızı fark etmişsindir. 
sally albright: niçin?
harry burns: söylediğim şey şu -ve bu asla bir kur yapma değil- erkeklerle kadınlar arkadaş olamazlar çünkü sevişme yanı hep engel olur. 
sally albright: bu doğru değil. benim bir sürü erkek arkadaşım var ve seks işin içinde yok. 
harry burns: erkek arkadaşın yok.
 sally albright: evet var.
harry burns: hayır yok.
sally albright: evet var! 
harry burns: sen var zannediyorsun.
sally albright: ben bu erkeklerle farkında olmadan mı seviştim yani? 
harry burns: hayır, ama demek istediğim, onların hepsi de seninle sevişmek istiyor.
 sally albright: istemiyorlar.
harry burns: istiyorlar. 
sally albright: istemiyorlar. 
harry burns: istiyorlar.
sally albright: nereden biliyorsun?
harry burns: çünkü hiçbir erkek çekici bulduğu kadınla arkadaş olamaz. hep onunla sevişmek ister.
 sally albright: yani sen diyorsun ki, bir erkek sadece çekici bulmadığı bir kadınla arkadaş olabilir.
harry burns: hayır, sen de onlarla sevişmek istersin tabii ki!
sally albright: ya seninle sevişmek istemiyorlarsa? 
harry burns: bu fark etmez çünkü sevişme denen şey ordadır ve sonunda olan arkadaşlığa olur ve hikayenin sonu da budur. 
sally albright: pekala, o halde sanırım arkadaş olamayacağız. 
harry burns: sanmıyorum.
sally albright: çok yazık. new york’ta tanıdığım tek kişi sendin.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Kabus Günleri: Altın Günü

bazı günler vardır, kadın olduğun halde sen bile evde barınmayı göze alamazsın. sevdiğin odanı, pc'sini bırakıp, karın kışın ortası bile olsa hiç umrunda olmadan o atmosferden kendini ışık hızıyla atmak istersin. uzağa, en uzağa..


annenin paralı ya da çeyrek altınlı günleri işte onların en başında gelir. yaklaşık 15 kadın toplaşır, muhabbetin, kısırın, patates salatasının, havuçlu cevizli kekin, kurabiyenin, kıymalı böreğin dibine dibine vururlar. 2 bazen olmadı 3 demlik çay demlenir. ilki pişen onca şeyin yanında servis edilir. ağızlarını bile ıslatmaz bu, ikincisi muhabbetin koyulaşmaya başlamasıyla eşdeğer vakitte demlenmiş, içilecek kıvama gelmiş olur. üçüncüsü artık "ayy evde de yemek yok, herif gelir bi saate, ay benim oğlan geldi mi okuldan acaba, şurdan evi bi arayayım, amaaann bugün de peynir ekmek yesinler, hergün hergün insanın aklı çıkıyo ne pişireyim diye valla." cümlelerine eşlik eden çaydır. en keyiflisi de budur. kadınlar sanki artık iki yabancının tanışma evresini çoktan geçtiği, sadede geldiği,  özel alana girdiği bi noktadadır artık da, herşeylerini bi çırpıda ortalığa seriverirler. çılgınca! o kadar ki, yatak maceralarını, kocasına ettiği eziyeti, ağda günlerini, kaç beden sütyen taktığını, evdeki mahrem kavgalarına kadar anlatırlar artık birbirlerine. kocasına vermediği sırlar dökülüverir oracıkta ağızlarından. sonra İsmet Amca ile yolda karşılaşsan "nasılsın İsmet Amca?" diye sorarken, adamın binbir gülünesi hali insanın aklına geli geliverir. gitmez lanet! "Ah be ne severdim halbüsü ben seni İsmet Amca!.. ne komik bi amcaymış sen öyle.. agu guguuu.." diye içlenirsin sokak ortasında. "Heidi soluk gördüm kızım bugün seni?" "Yooo, iyiyim ben, iyi.."

bazıları en yaramaz çocuğunu da kapıp gelir gün denen müsamereye. o çocuğun peşinde koşmaktan akşama pc'nin power tuşuna basacak takatin kalmaz. bitmiş bi halde yatağa atarsın kendini böyle boylu boyunca. "lanet olsun kadınların içindeki altın sevdasına!" diye diye uykuya dalarsın. rüyanda o yaramaz çocuğu, okumayı sökmüş senin sırlarını kadınların ortasında yine senin günlüğünden okurken görürsün. kadınlar senin hezimetlerine götlerini açmış gülerler, böyle cadı kılığında falan üzerine üzerine kahkaha atarlar, sen odanın köşesine sinmiş, tam "boğuluyorum galiba" diye hissederken zıplayarak uyanırsın. 

o çocuk mutfağa, banyoya, senin odana kadar girer  çıkar çünkü. abidik gubidik eşyaları alır, ordan oraya taşır. salonun ortasında dersin legolarla oynuyo, onu onun üzerine takmaya çalışır, bunu bunun üzerine.. çat çat çat vurur bişeylere, şşttt der kadınlar, iğne vurcam bak der, velet banamısın demez. annesi de eğer evlatçıysa biraz, gıkını çıkarmaz. olan ev sahibine olur. eğer kocasından çıkaramadığı hırsı hala içinde alev alev yanan bi günündeyse o anne, o zaman çocuğa iki okkkalı tokadı bi patlatır. senin içinin yağları erir "gördün mü şimdi dünya kaç bucakmış velet?!" diye ohh çekersin içinden. öyle deme ama, o velet alır senin en sevdiğin parfümünü ortalığa boca eder, nadide defterlerini hiç acımadan bi halta benzemeyen resimlerle karalar, çöpe çevirir. yazık değil mi?.. belki hayal gücü fazla gelişmiştir bebenin, ben bişey anlamıyorumdur kimbilir, olsun beni bozmaz, başka şeyi karalasın abi. sen de bi anneysen bak, oturmaya giderken yanında çocuğun da oyalanabileceği bi defteri kalemi çok görme garibe. herkes rahat etsin. "ay çocuk bu, sustan anlar mı anacımmm.." deme, dedirtme. bak nasıl anladı şimdi! yoksa arka odada ben ona yapacağımı bilirim.

sözkonusu günlerde kadınlar şıklık yarışına girerler bi de. yeni bişeyler giymeye özellikle dikkat ederler. ev terliklerini kimi yanında taşır. yatakta sıkmadığı parfümünü sürer gelir. odaya bi girersin, kadın teri ile parfüm kokusu birbirine karışmış, miden ağzına gelecek sanırsın. "burası çok sıcak olmuş, biraz açsak mı camı? üşür müsünüz?"  evinde takmadığı güzelim ziynetlerini gün yüzüne çıkarırlar bi de, o gün hepsini ama hepsini takarlar. kollarını çekerler kazakların, gömleklerin, böyle adamın gözüne sokarlar onları. "hee bu ay aldı benim adam." "maşallah siz de kirli çıkı.." tüm kadınların göğüs arasını, baldırını ezberlersin o gün zaten. en uyuzu da bir süre sonra odanın iğrenç atmosferine uyum sağlayacak şey yani  limon kolonyasının elden ele dolaşması, yüze, göze, enseye sürülmesidir. ortalık halis mulis kadınlar günü kokar. eyvahlar olsunn!

kimi ince çorabını, eşarbını çıkarır, yellenir böyle "ayy yandım" edasında. tuvalete giren çıkanın haddi hesabı yoktur. şunlar gitse de klorağı boca etsem, güzelce bi ovsam şuraları diye sabırsızlanırsın. onlar gider gitmez kullanılmış bütün havluları çamaşır makinasına tıkar, evi güzelce havalandırırısın. burası kadın kokuyo, has kadın! anneeeee!!

bu günlerin en güzel yanı ne biliyor musun? tabii ki, pastası, çöreği. o günden sonra 2 gün daha yiyebileceğin kadar hamur işi olur artık mutfakta. girer çıkar ağzına atarsın o şeylerden. ayda bir şölen evine dönüşür yaşadığın dört duvar. tüm ellerini yakan o deterjanlarla yapılan temizliğine rağmen sırf o güzelim tatlılar pastalar için altın gününü iple çekersin. başka gün annen üşenir onları yapmaya, ne hikmetse altın gününe sıra gelince sabahın köründe ayakta biter, pişecekleri erkenden halledeyim, geç kalmasın diye. bazısını bi gün akşam öncesinde hatta hazır eder. 

şu kadınların birbiri ile rekabetine bayılıyorum işte! bazen işe yarıyor. senin rakibin de olacak bi gün diyosan şimdi, ben kendimi dişi olarak bile görmüyorum ki.. :)) zaten o günlerde altın günü olan eve erkek sineği bile almadıklarından, ben de toz oluyorum artık ortalıktan. :P  uzağa en uzağa.. akşama börek yemeğe eve koşuyorum.



Nazar etme n'olur, yaz senin de olur. ;)

10 Aralık 2010 Cuma

Av Mevsimi

2010 yılının son demleri yaşanırken Yavuz Turgul'un son emeği Av Mevsimi gösterime girdi. Türkiye'de olamadığımdan henüz izleme fırsatını bulamadım. bu kadar konuşulan ve gişe yapan bi film olunca derhal izleme isteği uyanır bende ki kendi görüşümü edinebileyim filme dair. şu an tam ortada duruyorum, olumlu ve olumsuz eleştirileri koydum cebime, sıramı bekliyorum. 
Dün akşam Tv8'de yayınlanan Yaşamdan Dakikalar'da da bahsi geçti Av Mevsimi'nin. Hıncal Uluç'u sivri dilinden mi, doğruyu çatır çatır insanın gözlerine acımadan sokmasından mı ne O'nu pek sevmeyen insanımız, dün akşamki programdan sonra da eğer o filmi beğenmişse ağzına geleni saymıştır Uluç'a. Ama ben Uluç'a inananlardan ve çoğunlukla aynı fikirde olanlardanım. "Bu film polisiye film olmaktan çok uzak sadece polislerin yaşamını anlatan bi film olabilmiş" dedi kendileri. "Şarkının melodisi çok güzel fakat sözleri berbat!" diye niteledi filmi. Ve Cem yılmaz'ın nasıl sinema ekranında parıldadığını, komedyenliğininin yanında nasıl da iyi bi oyuncu olduğu konusunda Nebil Özgentürk ile fikir birliğine vardılar. yine Cem yılmaz'ın Melisa Sözen (Asiye) ile öpüşme sahnesinin fimin önüne geçtiği, Asiye'yi öldürmek için gelen kocasının, kesilen elektrikler sonrasında karanlıktan korkan Asiye'yi teselli için kollarının arasına alış sahnesinin muhteşemliği, şiirselliği üzerine konuşuldu. bu sahne için bile izlenmeli bu film o zaman dedim kendime.

Benim takıldığım bi konu oldu, aslında yazıyı yazma amacım da buydu. Nebil Özgentürk filmden çıktıktan sonra o duygu yoğunluğundan da olsa gerek Cem yılmaz'ı arayıp "sen dünya çapında bi oyuncusun abi!" diye beğenisini dile getirmiş naçizane. Aklıma takıldı. İyi bi oyuncunun, aktristin, aktörün dünyalısı, yereli mi olur? İyi oyuncu her yerde iyi oyuncu değil midir? Dünya çapında!?.. ne demek yahu?

Cem Yılmaz'ın Haydee şarkısı için 2 aylık bi çalışma yapılmış, güzel de olmuş hakkını yemeyelim. Fakat filmin atmosferine uyan bir diğer şarkı daha varmış ki, sözleri beni çarptı O da Ete Kurttekin'in seslendirdiği Benden Adam Olmaz şarkısı. buyrun sözleri:
kaç zamandır gülmez oldum kendime
aslında uzun zamandır çok gülüncüm
her ne kadar umursamaz görünsem de
bildiğin gibi değil aslında ben çok kıskancım.
sen bana aldırma gülüm
benden adam olmaz
kendime hayrım yoktur
benden adam olmaz.


Not: Haşmet'im programdan ayrılmış sanki. yokluğunu fena hissedenlerdenim. :(

9 Aralık 2010 Perşembe

Dar Kapı

Andre Gide, Dar Kapı isimli kitabında, yaşanılanın değil yaşanılmayanın hikayesini anlatır; birbirlerini seven iki insanın bir türlü bir araya gelememesinin hikayesidir bu kitap. Ve birleşememelerinin nedeni, başkalarından ziyade kendileridir, kendi inançları, kendi korkuları önler onların aşklarının ifade edilmesini. Koca bir hayatı, istediklerini yapamayarak geçirir kitabın kahramanları.
Yaşamak istediklerimizle yaşayabildiklerimiz arasında ortaya çıkan büyük uçurumun esas sorumlusunun aslında kendimiz olduğunu anlatır kitap.
Bütün kitap boyunca okuyucu hep aynı isyanı hisseder, söyleyin artık, birleşin artık neden duygularınızı gizliyorsunuz, diye bağırmak ister. Ama, kitabın kahramanları, kendi yarattıkları o 'dar kapıdan' geçemezler bir türlü, orada sıkışıp kalırlar.
Herkesin hayatı, dar kapılarla çevrilmiştir aslında.
Rahatlıkla geçip feraha ulaşacağımız birçok kapıyı, kendi inançlarımız, korkularımız, endişelerimizle daraltıp kendimizi kendimize tutsak ettiğimizi çok geç farkederiz.
Yaptıklarımızdan ziyade yapamadıklarımızdan daha çok pişman olmamızın gizli nedeni de budur zaten, yaptıklarımızın sonuçları kötü çıksa da, çıkan sonuçlarda bizimle birlikte başkaları da sorumludur, başka birilerinin iradesi işin içine girmiştir, pişmanlığımızı ve öfkemizi başkalarının üstüne yıkabilir, pişmanlıktan kendi payımıza düşeni azaltabiliriz.
Ama yapmadıklarımızdan duyduğumuz pişmanlıkların bizden başka sorumlusu yoktur, bizden başka bir suçlu bulamayız, o pişmanlığı tek başımıza sahiplenmek zorunda kalırız.
Kendi geçmişimizden geleceğimize uzanan yolda karşımıza çıkan dar kapıları neden aşamayız, neden takılır kalırız oralarda, nedir bizi durduran, nedir bizi gelecek pişmanlıklara hazırlayan.
Neden bir türlü istediğimiz gibi yaşayamayız?
Neden ıslak bir kil parçası gibi elimizde duran hayatımızı şekillendirirken, bir yerinde takılır ve onu istemediğimiz bir biçimde şekillendiririz, kendi isteklerimizden daha önemli ne olabilir?
Korkularımız tabii.
Gide'nin romanındaki kahramanlar gibi Tanrı'dan korkabiliriz.
Çekeceğimiz acıdan korkabiliriz.
Ya da Benjamin Costant'ın 'Adolphe' romanında anlattığı gibi başkalarının acı çekmesinden korkarız.
Constant, kendi hayatından esinlenerek yazdığı romanında, kendinden daha yaşlı bir kadınla birlikte olan genç bir erkeğin o kadını neden bırakamadığını anlatır.
Kadının duyacağı acıyı düşünmek, erkeği hareketsiz kılar, bu çaresizliğine öfkelenip kızsa da bunun üstesinden gelemez.
Adolphe, ne zaman yeni bir hayata hazırlansa, yaşlı sevgilisinin gözyaşları engeller onu.
Aynı çaresizliği Daudet'in 'Sara' isimli kitabında da görürüz.
Orada da romanın kahramanı bir türlü kendini geçmiş bağlarından kurtarıp yeni bir hayat kuramaz.
Bütün bunlar, insanın kendi hayatını belirlemekte sandığı kadar özgür olmadığını gösterir.
Üstelik özgürlüğü kısıtlayan, kendi dışımızdaki dünya değildir.
Hayatımızı değiştirmemizi engelleyen polisler, hakimler, savcılar, ordular, yasaklar değildir; yasak kendi içimizdedir, kendi korkularımızdadır, kendi geçmişimizdedir.
Yaşadığımız her gün kendimize biraz daha tutsak oluruz, yaşanan her gün hayatımıza bağlanan zincirlere bir halka daha ekler ve biz yaşadığımız her gün o zincirlerden kurtulmakta biraz daha zorlanırız.
Yaşamak istediğimizi yaşamamamızın nedeni, yalnızca o isteğin yeterince güçlü olmadığı söylenerek açıklanabilir mi?
İsteğin güçsüzlüğü değildir her zaman asıl neden.
Yeni bir hayata başlarken, dar kapıları kırıp geçerken, arkamızda bırakacağımız acıların, uzun selvileri olan bir eski mezarlık gibi gölgesini geleceğin üzerine sereceğini hissederiz. Gelecek, temiz ve aydınlık bir yaz sabahı gibi aydınlık başlamayacak, aksine geçmişle lekelenmiş bir halde başlayacaktır.
En çok o gölge korkutur bizi.
Yaşamak istediğimizin de gölgelenmesinden endişe ederiz.
Çılgınca yaşamak istediğimiz yeni günlerin, bize geçmişle gölgelenmiş olarak gelmesi düşüncesine tahammül edemeyiz.
Korkaklığımız, biraz da geleceği kurtarmak endişesindendir.
Geçmişten gelen gölgelerle soluklaşan bir gelecek mi yaşamalı, yoka hiç yaşanmayan, yaşanmadığı için de gölgelenmeyen, yaşanmamış ışıklı bir hayal olarak mı saklamalı isteklerimizi.
Dar Kapı'da olduğu gibi sevdiğimizle yaşayacaklarımızı bir günahın gölgesinden mi esirgemeli, Adolphe'da olduğu gibi bir başkasının ruhumuza sinen acısından mı sakınmalı, Sara'da olduğu gibi vicdanımızı damla damla lekeleyen gözyaşlarından mı kurtarmalı?
Yaşanan ilk aşkla birlikte, geleceğe düşen gölgeler de uzamaya başlar.
Geçmiş olduğu sürece gelecek gölgeli olacak.
Yaz sabahlarının temiz ve gölgesiz aydınlığı kalmayacak geleceğimizde.
Geçmişin gölgelerini taşıyan bir gelecek mi, gölgesiz, dokunulmamış ve yaşanılmamış bir hayal mi bizi daha mutlu eder?
Ne Gide, ne Costant, ne Daudet buna bir cevap vermiyorlar.
Anlattıkları, yaşayamamanın acısı yalnızca.
Yaşamamak, kendini kendi geçmişinin gölgesinden kurtaramamak acılı bir tortu gibi birikiyor onların kahramanlarının içinde, isyan krizlerine tutulsalar da kendilerine yeni bir hayat yaratamıyorlar.
Dar kapılardan geçemiyorlar.
Çünkü yaşadıkça kalabalıklaşıyoruz.
Gide'nin kahramanlarının hiçbir kapıdan sığmayan günah korkuları var eteklerinde.
Costant'ın kahramanının yaşlı sevgilisinin acıları var kolunda.
Sara'nın kahramanı vicdan azabını taşıyor beraberinde.
Günahı, acıyı, vicdan azabını kapılardan sığdırmak kolay değil, bütün kapıları yıkmak gerekiyor, yıkıntılardan bir ışığa çıkılır mı peki?
Yaşayamadığımız için pişman olacağımızı bile bile geleceğimizi feda etmeli miyiz?
Yoksa, gölgeli de olsa o benim istediğimdir, yaşamalıyım mı demeliyiz? Geleceği yaşarken geçmişin gölgeleri zamanla solup silinir mi?
Geçmişle gelecek arasındaki o dar kapıdan geçerken, oraya buraya sürünüp örselenen ruhumuz, geleceği istediği gibi kucaklayabilecek mi?
Yaşam dar kapılarla dolu.
Yıkmalı mıyız o kapıları?
Günahı, acıyı, vicdan azabını silip atmalı mıyız?
Duyduğumuz istek, günahı, acıyı, azabı silmeye yeter mi?
Yoksa, günah korkusu, geçmiş acılar, vicdan azapları geleceği mi karartır?
Neyi seçmeli insan?
Kendi geçmişinden, hafızasından, hatıralarından, inançlarından nasıl kurtulmalı?
O dar kapılar bizi yaşamamaya mı mahkum ediyor?
Kendi geçmişiyle hüküm giymiş birer mahkum muyuz?
Hayat, kurtulamamanın hikayesi mi?
Peki, o aşk romanları ne öyleyse, anlatılan aşklar nasıl yaşanıyor?
Geçmişin bittiği, bizi sahipsiz olarak, boşlukta terk ettiği zamanlar vardır, Tanrıyı, aşkı, sevgiyi, sevgiliyi kaybettiğimiz, yalnızlıktan, inançsızlıktan kıvrandığımız dönemler vardır, lekesiz bir aşk ancak böyle bir boşluğun, yalnızlığın, böyle bir kıvranmanın içinden doğar.
Kaybetmenin acısını yaşamadan, kazanmanın lekesiz sevincini yaşamaya izin vermiyor Tanrı.
Ve böyle bir dönemde yeni bir hayatı, yeni bir aşkı kazandığımız anda da, geleceğimize giden yolda yeni bir dar kapı örmeye başlarız.
Ne yapmalıyız?
Dar kapılardan nasıl geçmeliyiz? Yaşayamamanın acısını mı, gölgeli bir geleceği kucaklamanın hüznünü mü tercih etmeliyiz?
Duyduğumuz istekler, tutkular, aşklar, geleceğin ruhumuza uzanan gölgelerini silmeye, bizi iyileştirmeye yeter mi?
Dar kapılardan geçemediğimiz, yaşayamadığımız için pişman olacağız.
Bizi bekleyenin pişmanlık olduğunu biliyoruz.
Yaşadıklarımızdan olmayacak pişmanlığımız, yaşamadıklarımızdan olacak.
Gide'e, Costant'a, Daudet'ye bir sormalıyız ne yapmamız gerektiğini.
Ama onlar bize yalnızca, yaşayamamanın acısını anlatıyorlar.
Nasıl yaşayacağımızın cevabını gene kendimiz bulacağız.
Bu dar kapılardan nasıl geçeceğimizi kendimiz öğreneceğiz.
Öğrenebilirsek eğer...

Ahmet Altan

Anne Shirley

Şu son bir haftadır Facebook'u saran "Çocuk istismarı ve pornosuna hayır" amacı altında kişilerin profilinde kendi fotoğrafları yerine çocukken en sevdiği çizgi film kahramanının resmini koyması olayına ben bulaşmayanlardanım.

Zaten ben profil resmime o çilli, kırmızı saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü Anne'yi koysam kimse tanımazdı.  Anne  sonsuz olumlu, yaratıcı, müthiş bi hayal gücüne sahip ve çenesi düşük bi kızdı. Bazen hayal dünyasının içine dalarak herşeyi unutabilme özelliğine sahipti. zekiydi. sinirlenince benim gibi adamın burnundan getirir, tüm öfkesi ile eline geçeni parçalardı. kafa, göz Allah ne verdiyse.. :P

kırmızı saçları ile dalga geçilirdi, Gilbert diye bi çocuk vardı o geçerdi. Aralarında bi bağ olacağı kesindi. :) Diana diye bi kız arkadaşı vardı komşu çiftlikten. Kanada'da Prens Edward Adası'nda bi aile Anne'yi evlat edinmişti. O kimsesizdi. Anne sevdi mi bağrına basanlardan, ihmalkarlığı bilmeyenlerdendi. Herşeyi abartanlardan yani. sevmeyi, hayal etmeyi, öfkeyi..

Lucy Maud Montgomery'nin Anne of Green Gables romanından uyarlanarak yaratılmış bu çizgi film ve kitabı sanırım Türkiye'de basılmamış. Kevin Sullivan'ın yönettiği aynı adla sinemaya uyarlanan filmi ise ben henüz izlemedim. Benim Anne Shirley'im çizgi filmdeki o kızdı, başka bi bedenle hayallerimi darma duman edemezdim. Anne Shirley. Kimsesiz ama kendi kendini mutlu edebilen kız. Benim Shirleyim... :)

sustum

 
Bu akşam 
güzel ışıklara bezenmiş 
binalarına bakarken bu memleketin, 
üç şeritli caddelerine, 
çokça yıldızına rağmen
yalnızlığıma.. 
güzel memleketsin sen aslında, 
içinde sevdiklerim de olsa, 
diye iç geçirdim. 
sonra içimden 
içim geçti, 
içim ürperdi, 
biri beni anıyor 
diye fısıldadım.
montumun fermuarını çektim. 
ağzımı atkıyla sakladım. 
anımsayana beş dakikalık saygı duruşu.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Sarartı

sasal siyah inci
sar ma şık
yana eğik ağaçlar
neredeyse birbirimize
yabancıyız artık
burası hep
sarı yaz
dışarda
hep
kasım
patlar
hep bir sarı
gagalı yelkovan
böyle kafamın içinde
limonsu safran
sarı ekran amino asit
bir ağaca gerisin
geriye sonbahar
siluetiyle
giren bir
kız

RNA
mesajcısı
yunusların
kurtardığı
hadi sevgilim
bana bağlan
sonra güneşin
ilk ışınlarını
gözüne alarak
i yi leş
be be become good
become goooooooood
ama şimdi olmaz
şimdi işte hep
böyle kafada
sarı ampul
gözlerde
filtre
cool
cool it
cooling it down
mekanların ortasında
şoksarsıntısarılganyürüyüş
yavaşyavaşyavaşsu sarı sabır
herşey bir Damask gülü için
hareketederkalır

işte
şimdi böyle
sarı beneklerle böyle
sarıbenizlilerle böyle
shakespeare'le böyle
ko kakola içen işçilerle
marlon brando'yla böyle
erkek kardeşimle böyle
kızkardeşim zaten yok
üstelik öylesine
serinkanlıyım ki
bütün
vuruşmalar bitince
seni göreceğim
ama şimdi burası
hep kasım
kafamda hep
yabancı bir dil
dışardan
hep sarı
şarkılar
söyleyerek
geçen SARARTI
turuncu inci
sar ma şık
yana eğik ağaçlar
neredeyse birbirimize
sarartıyız artık

üzünç, sevgilim ya da nane otları
gençken renkli bir cepken sevgilim
çift bıçaklı bir sevinç
unuttum dşye bir şarkı
gençken renkli bir cepken sevgilim
önüne çıkan her ata binme

doğudan gelen kimsesiz tekne
ona hüzün demeyi artık öğrendin
ya da kuzeyden gelen çift bıçaklı sevinç
karıştırma daha fazla bu otları
bak öğle güneşi
şapkanı indir
karıştırma sevgilim daha fazla bu otları

sana hiçbir şey dokunmaz biliyorum
arkanı döner hemen uyursun
sırtında çift bıçaklı bir sevinç
belki balrengisin kusursuzsun
onun için diyorum
karıştırma artık daha fazla bu otları

gençken renkli bir cepken sevgilim
Arizona'ya aşk ve hüzünle
gençken bizon derisi bir şapka sevgilim
adieu mes amours adlı bir şapka
indirdim unuttum diye bir işaret
ardından çift bıçaklı bir kahkaha
boşver sevgilim karıştırma şimdi bunları

gençken sarı bir gömlek sevgilim
bir fularağızda pisiotu
boş arazilerde hızla kullanılan araba
gençken bira gözlerle situasyonist okuma
ve ağız dolusu kusma kusma kusma
kumsallarda slow ve Bee Gees
ve bokgibi genciz genciz genciz

şimdi kuzeyden gelen boş birtekne
gözü alan sarartı
üzünç sevgilim ya da nane otları
sarı çiçektozu sen ve korno
papatya esansısın sen ve nefti
yaprakları yalnızca
ve sepalleri vesaçların
ki içinde ritmik bir hamparsun
limonciyan notası duyulurdu
floransalı bir ressam ve
ışık hızıyla gelirdin ki
ben derhal
turunçgilleri
hazırlardım ve
uzun bir süre
tekrenklibirçiçekörtüsüüzerindekonuşurduk
malta şövalyeleri

arka bahçelere kaçarlardı
sarı çiçek tozusun sen ve korno
menekşeler üzerine uzanırdım
ve sepalleri ve saçların
ki içinde ritmik bir
"O und die Naht, die Nacht"
dolanırdı öyle ve yüreğin
uzun saplı nilüferler gibi
meleksin sen, bırak
ışısın alnın
sonbahar ormanlarıyla
çiçek sularıyla boyanmış
"O und die Nacht, die Nacht"
kayardık
ve altın tozları
serperdik
etrafımıza

shakespeare & co
bana bir hayat çiz banliyöler jülyet'i
siklamen bir kış masalının merkezinden dağılan

kendine bir romeo çizbanliyöler jülyet'i
beyaz blucinli meşin ceketli kremaçilek yürekli
ardında kan izi bırakmayan
bir romeo çiz

herşeyi yeni baştan çizin metropollerin asi özneleri
benim kirazlarım açtı ya siz
gururunuzu koruyun kartal çeteleri
ölçüleri ölçün
herşeyi baştan düşünün metropollerin siyah gülleri

renklerle geliyor heryere rolling stones jülyet'i
benim bir kızkardeşe ihtiyacım var
otoyollar romeo'su ya sen
geceleri uyuyup kalkmadan önce
birisiyle konuşmaya ihtiyacım var

jülyet terasta saçlarını kurutan bir kız şimdi
biraz sonra kapının önüne romeo parkedecek
akşam berlin/jerusalem filmine gidecekler
ya sen, napolyan, benim ahmak sevgilim ?

bölüşülen sıcak somun şarap ve siyah gül eşliğinde
diğeri birine sevdiğini söyleyecek
ya sen, benim hiçbir şeyden anlamayan ahmak sevgilim,
başka semtlerin meleği ya sen ?

and what about you kinky old fool
"that struts and frets his hour upon the stage"
how now, my Romeo!

Lale Müldür