Hangisi bizi daha iyi anlatır? Yaşadıklarımız mı, yoksa yaşamımız boyunca kurduğumuz hayaller mi? İkisi de, demek kestirme ve kolaycı bir cevap! Ama doğru mu? Haydi düşünelim biraz.
Tünel’deki kafelerden birinde oturmuş sevgilisini bekliyor genç kız. Beklerken gazete okuyor. Beklenen geciktikçe gecikiyor... Her telefon konuşmasında yüzü biraz daha buruşuyor, sıkıntısı biraz daha artıyor genç kızın. Masaya ilk oturduğunda bütün bedenine egemen olan heyecandan artık eser yok! Sokaktan geçen her dilenciye para vermeye başlıyor genç kız. Sonra akordeoncu kızın kardeşinin uzattığı şapkaya para koyuyor kalem, mendil satan ihtiyardan uyduruk bir kalem bile alıyor... Epey sonra genç adam geldiğinde, ona da bir sokak satıcısı hatta bir dilenci gibi davranıyor genç kız. Öyle gülümsüyor ki, bir an genç adamın karşılığında kıza bir paket mendil uzatacağını sanıyorum!
80’lerden sonra feci bir hastalık yayıldı bu ülkeye! Muktedir olmanın ahlaklı olmakla aynı şey olduğu inancı... Ahlaksız bir inanç!
Gaz odaları, toplama kampları, SS’ler, savaş, ırkçılık... Hepsi “yüksek ahlak”ın zorunlu kıldığı toplumsal ödevlerdi Nazilere göre... “Yüksek ahlak”lara heves etmek ahlaklılık değil, en kötüsünden güç siyasetidir. Oysa ahlak berrak bir su gibidir, aziz ve yalın. Yükseltilmekten ve alçaltılmaktan korkar gerçek ahlak!
Ahlaklı olmak... Bunu göze almak gerekir. Kavgayı göze almaya benzer bazen, çoğu zaman da işsiz kalmayı göze almaya.
Boş konuşmak ne güzeldir! Hem içimizi ısıtır hem de bizi birbirimize ısındırır. O yüzden boşuna değildir boş konuşmalar...
Gök mavisi 67 model bir Mustang gibi geçip gidiyor bu yaz... Bir iki kez içine atlayıp gazladım ya, bu bana yeter, diyor içimdeki yeni yetme! Ama kuytuya çekilmiş buruk buruk gülümseyen içimdeki ihtiyar “daha kaç yaz kaldı ki” diye soruyor. Ben ikisi arasında salınıp durmaktan yorgunum!
Ne zaman kalabalık içine girseler, adam öne geçip yürürken belli belirsiz biçimde elini geriye uzatıp kadını arıyor. Beni takip et, bana tutun, der gibi... Aralarında bir ilişki var mı, yok mu, olacak mı? Bundan ikisi de emin değil o sırada! Kadın boğulmakta olan birinin atılan can simidine tutunması gibi hemen yapışmak istiyor o ele, tutup hiç bırakmamak istiyor! Yapamıyor! Hem atılgan davranmış olmaktan hem de etraftakilerden çekiniyor! Ne garip! O günlerin üzerinden yıllar geçtikten ilişkileri başlayıp bittikten çok sonra bile hep o eli özlüyor kadın!
Haşmet Babaoğlu
Tünel’deki kafelerden birinde oturmuş sevgilisini bekliyor genç kız. Beklerken gazete okuyor. Beklenen geciktikçe gecikiyor... Her telefon konuşmasında yüzü biraz daha buruşuyor, sıkıntısı biraz daha artıyor genç kızın. Masaya ilk oturduğunda bütün bedenine egemen olan heyecandan artık eser yok! Sokaktan geçen her dilenciye para vermeye başlıyor genç kız. Sonra akordeoncu kızın kardeşinin uzattığı şapkaya para koyuyor kalem, mendil satan ihtiyardan uyduruk bir kalem bile alıyor... Epey sonra genç adam geldiğinde, ona da bir sokak satıcısı hatta bir dilenci gibi davranıyor genç kız. Öyle gülümsüyor ki, bir an genç adamın karşılığında kıza bir paket mendil uzatacağını sanıyorum!
80’lerden sonra feci bir hastalık yayıldı bu ülkeye! Muktedir olmanın ahlaklı olmakla aynı şey olduğu inancı... Ahlaksız bir inanç!
Gaz odaları, toplama kampları, SS’ler, savaş, ırkçılık... Hepsi “yüksek ahlak”ın zorunlu kıldığı toplumsal ödevlerdi Nazilere göre... “Yüksek ahlak”lara heves etmek ahlaklılık değil, en kötüsünden güç siyasetidir. Oysa ahlak berrak bir su gibidir, aziz ve yalın. Yükseltilmekten ve alçaltılmaktan korkar gerçek ahlak!
Ahlaklı olmak... Bunu göze almak gerekir. Kavgayı göze almaya benzer bazen, çoğu zaman da işsiz kalmayı göze almaya.
Boş konuşmak ne güzeldir! Hem içimizi ısıtır hem de bizi birbirimize ısındırır. O yüzden boşuna değildir boş konuşmalar...
Gök mavisi 67 model bir Mustang gibi geçip gidiyor bu yaz... Bir iki kez içine atlayıp gazladım ya, bu bana yeter, diyor içimdeki yeni yetme! Ama kuytuya çekilmiş buruk buruk gülümseyen içimdeki ihtiyar “daha kaç yaz kaldı ki” diye soruyor. Ben ikisi arasında salınıp durmaktan yorgunum!
Ne zaman kalabalık içine girseler, adam öne geçip yürürken belli belirsiz biçimde elini geriye uzatıp kadını arıyor. Beni takip et, bana tutun, der gibi... Aralarında bir ilişki var mı, yok mu, olacak mı? Bundan ikisi de emin değil o sırada! Kadın boğulmakta olan birinin atılan can simidine tutunması gibi hemen yapışmak istiyor o ele, tutup hiç bırakmamak istiyor! Yapamıyor! Hem atılgan davranmış olmaktan hem de etraftakilerden çekiniyor! Ne garip! O günlerin üzerinden yıllar geçtikten ilişkileri başlayıp bittikten çok sonra bile hep o eli özlüyor kadın!
Haşmet Babaoğlu